Faşizme Karşı Mücadele ve İttifaklar Üzerine!

Öncelikle, anti-faşist mücadele, aynı zamanda kapitalizme karşı mücadeledir Anti-faşist mücadele sürecinde, sermayenin en gerici kesimine, okun sivri ucunu doğrultmak, sermayenin iktidara hakim olmayan siyasal temsiliyle mücadele edilmeyeceği anlamına gelmez Bu tamamıyla somut durumun ortaya çıkardığı devrimci taktik meselesidir Çelişki ve çatışmada esas yönü teşkil eden gericiliğe yönelmek, diğer gerici kesimlerle mücadeleyi ortadan kaldırmaz. Faşist iktidarı geriletme mücadelesi, son tahlilde burjuva kapitalist sistemin tüm gerici çarklarını kırdığı oranda, tarihsel rolünü oynayacaktır. Aksi bir tutum, bir burjuva kliğe karşı, başka bir burjuva kliğe alan açmaya hizmet eder ki, buda anti-faşist mücadeleyi, kapitalizme karşı mücadele çizgisinden uzaklaştırır

HABER MERKEZİ (07-02-2019) Sınıflar mücadelesi süreci olan insanlık tarihinde, her coğrafyada tarih kanlıdır. İnsanlığın doğaya karşı kendi türünü koruma eyleminden ve bir toplumsal aşama olarak komünal toplum sürecinden sınıflı toplum sistemine ayak basmasından bu yana, her tarihsel koşulda özgürlüğü temsil eden devrimci-ilerici mücadeleler dışında, insanlık tarihi her dönemin gerici egemenleri tarafından, sömürü ve iktidar çıkarları uğruna ezilenleri birbirlerine karşı savaşa sürüklediği, katliamlardan geçirdiği kanlı bir ölüm sahası olmuştur. Günümüz emperyalist-kapitalist sistemi de, tarihteki gerici egemen sınıflar niteliğinin bir devamı olarak, baskı-sömürü-şiddet biçimlerini, tarihsel çıkarlarının özgün koşullarına göre gerici iktidar biçimlerinde merkezileştirmektedir. Gerici sistemlerinin “mutlaklaştırılması” manipülasyonu olan “tarih tekerrürden ibarettir” tezi, kendi denetimlerinde sürdürdükleri, gerici savaşlar ve çıkar çatışmalarının bir “kader” olarak ezilen yığınlara dayatılmasıdır.  Gerici özel mülkiyet sisteminin iktisadi ve sosyal yapısal özelliklerinden  beslenen iktidar ve çıkar çatışmalarında, sınıflı toplumlar gerçeğinin zorunlu bir sonucu olan sınıf mücadelelerinde, yine sınıflı toplum gerçeğinin gerici egemen sınıflarının, işgal-ilhak-bağımlı uluslar biçiminde sömürgeleştirdiği ulusların haklı- meşru ulusal başkaldırılarında, “barış” kavramı, gerici egemenler için daha kapsamlı ve kirli bir savaşa hazırlanma sürecidir. İnsanlık tarihinin somut bir gerçeklik olarak ortaya çıkardığı gibi, özel mülkiyet dünyasının her toplumsal biçiminde, insanlığın özgürce- kardeşçe bir arada yaşamasının olanağı yoktur. Özgürlük ve barış, insanlığın “bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeş” leşmesi, ezilen-sömürülen, sınıfların, halk kitlelerinin, ulusların, inanç kesimlerinin, kadınların, gerici egemenlerin iktidar biçimlerini-hedeflerini, toplumsal kıyımlara dönüşmüş savaş ve çıkar çatışmalarının somut gerçekliğini görerek, bunu örgütlü mücadelede kavrayışa dönüştürmüş devrimci-ilerici örgütsel kurumların önderliğinde mücadeleye, kitlesel gücünü katmasıdır. Tarih, bunun en görkemli örnekleriyle, insanlığın berrak sayfasıdır. Spartaküs’lerden, Ekim devrimlerine ezilenlerin toplumlar tarihine bilinçli dinamik müdahalesi, Köle isyanlarından işçi sınıfı hareketine, öğrenci gençlikten ezilen ulusların isyanları ve direnişlerine kadar, sürdürülen mücadele, burjuva sınıfların ve ideologlarının bir nakarat olarak ifade ettiği gibi, tarih toplumların alnına yazılmış ve geleceği de aynı içerikte tayin eden bir “yazgı” değil, mücadeleleriyle ezilen yığınların eseridir ve geleceği özgürleştirmenin hükmüdür.

Bugün sınıflı toplumların en barbar ve vahşi sürecinin tekelleşmiş hali olan emperyalist-kapitalist sistem, iktisadi-sosyal yapısal bunalımları nedeniyle, insanlığı, yarattığından daha  karanlık günlere sürüklemekte, özgün iktisadi ve sosyal koşullara göre, emperyalist savaşlarla ve bölgesel düzeyde üzerinde şekillendiği gerici iktidarlarda, kendi çıkarlarını açık faşizm koşulları, diktatör-totaliter rejimlerle korumaya ve geliştirmeye çalışmaktadır. Tarihte defalarca başvurduğu gibi, bugünde bu yöntemlerle sürecini yaşatmaya çalışmaktadır. Tarihler boyu Kapitalist “medeniyet” paradigmasının, zulüm ve kanlı savaşlar açısından, her yarattığı süreç, bir önceki süreci “arattırır” özelliktedir. Kapitalizmin tekelci süreci ve iktisadi krizlerinin sonucu yaşanan iki dünya savaşında milyonlarca insan ölürken, ezilen sınıf ve uluslar açısından savaşın yarattığı sonuç daha ağır olmuştur. Kapitalizmin günümüze dek, dünyayı paylaşım ve çıkarlarının korunması-yaygınlaştırılması, sömürü-sömürge ağının genişletilmesi için çıkardığı tüm savaşlarda, onlarca ülkenin nüfusuna denk insanı, gerici savaşlarının girdabında yok etmiştir. Kapitalizmin savaşın en kanlı yüzünden beslenen niteliği, iktidar olma biçimlerine de aynı tarzda koyu karanlık rengini vermiştir. Tarihin ibretlik derecedeki zalimliğinin diktatörler özgülündeki iradesi olan faşizm, sermayenin en gerici-bağnaz yönetim biçimi olarak kapitalizmin ürünüdür. Avrupa’da, ikinci dünya savaşının ön yıllarında, Almanya’da Nazi kıtalarının, İtalya’da Mussolini “kara gömleklileri”nin, kapitalist sermayenin ihtiyaçlarına göre işledikleri insanlık suçları, tarihin hafızasındadır. Yine emperyalist-kapitalist sisteme göbekten bağımlı, bir çok coğrafyada kurulan faşist diktatörlüklerin, o coğrafyada yaşayan sınıf-halk-farklı ulus – azınlık ve inançlara karşı geliştirdiği baskı, katliam ve soykırımlar, kapitalist “modernitenin” bir başka kanlı yüzünü ortaya koymaktadır. Somut örnek olarak, insanlığa başka bir dünyanın mümkün olduğunu pratik proleter devrim ile gösteren büyük Ekim devriminin, askeri-ideolojik-politik gücü ile,( kızıl ordu ve faşizmin işgali altındaki anti-faşist direnişlerin, dünyada faşizme olan genel tepkilerle birleşerek ortak bir hedefe yönelmesi ile) faşizm, Almanya ve İtalya’da tarihin karanlık sayfalarına gömülse de, bu kapitalist sistemin egemen sınıf olan burjuvazinin ve onun her bir coğrafyadaki türevleri gericiliklerin, faşist rejimlere-diktatörlüklere ihtiyaçları ekseninde başvurmayacakları anlamına gelmemektedir. Çünkü faşizmi üreten kapitalist sistemdir ve var oldukça, bu rejim türlerine başvuracaktır. Arap yarım adası, Latin Amerika, uzak Asya, Ortadoğu, Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyalarında iktidar biçimi olarak kurulan despotik-totaliter-diktatörlükleri ve bu biçimin rol verdiği diktatörleri bu ilişki kapsamında ele almak gerekmektedir.

Günümüz açısında da, kapitalist-emperyalist sistem yapısal krizleri nedeniyle, tarihteki felaket dönemlerinin tekerrürü olarak, hegemonya ve çıkar dalaşı ekseninde, bölgesel savaşlarla üçüncü dünya savaşı niteliğinde bir savaş konsepti geliştirmektedir. Emperyalist hegemonya çatışması, bölgesel gerici aktörlerle birleşerek kanlı bir savaş süreci örgütlüyor ve bu savaş tüm dünyayı etkiliyor. Bu savaşın siyasal atmosferinde, emperyalist kapitalist sistem başta olmak üzere, tüm bölgesel gerici iktidarlar, tekçi, otoriter, baskıcı aygıtlarla bir merkezileşme sürecini, dönemin ortaya çıkardığı gerici çıkarlarına göre yeniden biçimlendiriyor. Burjuva ve türevi iktidarlarda, faşizm veya açık faşizm koşulları gibi süreçler, bu ilişki içinde ele alınmak durumundadır. Yani faşizm, kapitalizmin büyük krizleri ve emperyalist savaşlar dönemi arasındaki bağ içinde doğru tanımlanır. Dünya genelinde, otoriterleşen burjuva düzenin bir sonucu olarak, burjuva demokrasisinin köklü temsilcileri devlet biçimlerinde faşist uygulamalar başını gösterirken,  “TC” gibi komprador tekelci işbirlikçi burjuva iktidarlarda,faşizm, açık ve fiili tarzda tırmanarak gelişmektedir. Kendi çıkarlarını savunacak bilinçten yoksun geri kitlelerin bu gerici sürecin “dinamik” unsuru haline getirilmesi ise, faşizm başta olmak üzere, tüm burjuva iktidarların bir başka siyasal projesini ortaya koymaktadır.

Doğru Bir Politik Müdahale, Geri-Örgütsüz Kitleleri, Burjuvazinin Yedeği Olmaktan Çıkaracaktır!

Bugün gerici ve haksız savaşların tüm ağır sonuçları ,ezilen-sömürülen halkların iktisadi-sosyal-kültürel-ulusal-inançsal-yaşamsal tüm haklarını yakıp yıkarken, burjuva ve türevi diktatörlükler altında savaş siperlerine sürülenler, örgütsüz ezilen sömürülen kitlelerdir. Gerici burjuva iktidarların, kendi çıkarları için başlattıkları emperyalist savaşlarda, “milliyetçilik”, “vatan çıkarları” “ulus çıkarları” gibi kavramları zehirli bir iksir olarak  kullanıp, savaş sahalarında kırdırdığı ezilen sınıf ve halklara dayattığı “yazgı”, ezilen sınıf ve halkların kaderi olmadığı gibi, tarihi de değildir. Kendi sınıf çıkarları bilincinden yoksun yığınların “dinamizmi” üzerinden, burjuvazi kendi sürecini örgütlemektedir. Oysa kendisine ait olmayan bu sürecin unsuru olmuş milyonlar, kendilerini ölmeye, sınıf kardeşlerini öldürmeye koşullamış burjuva ve türevi gerici iktidarlara isyan edip silahlarını gerici egemenlere doğrultsalar, işte o zaman kendi kaderlerini eline almış olacaklar, kendi tarihlerini yazacaklar ve kendi geleceklerini özgürleştireceklerdir. Kuşkusuz bu bilinç kendiliğinden oluşmaz ve bu devrimci komünistlerin önderliğinde sürdürülen bir mücadelenin ürünü olacaktır. Devrimci ve komünist güçlerin mücadele düzeyi, bu karmaşık süreci göğüsleyecek düzeyde olmadığı için, bu gün örgütsüz ve kendi bilincinden yoksun yığınlar, burjuva iktidarlar sürecinin bir parçası haline gelmiştir ve kendisine yabancılaşmıştır. Bu belirlemeyi yaparken, sürecin günahkârları olarak sömürülen- ezilen bilincinden yoksun kitleleri hedef gösterme anlayışında değiliz.  Bu yabancılaşmayı kıracak ve geri kitleleri, gerici burjuva iktidarların yedeği olmaktan çıkaracak olan, devrimci-sosyalist-komünist hareketlerin mücadele sahasındaki ısrarı olacaktır. Ki devrimci-komünist güçlerin tarihi bu konuda son derece öğretici bir pratiğe sahiptir. Temel sorun, burjuva iktidarların niteliğini doğru kavrayıp, geniş yığınları, halk sınıf ve tabakalarını, doğru taktiksel araçlarla örgütleyip, devrimci-komünist iktidar savaşının stratejik planlamalarıyla birleştirebilme meselesidir. Bulgaristan anti-faşist cephe pratiği ve devrimi, özellikle faşizm koşullarında sürdürülecek devrimci politika açısından önemli bir deneyimdir. Yine birinci dünya savaşı yıllarında, kendi burjuvazilerinin kuyruğuna takılan reformist-bürokratik liderlerin aksine, emperyalist savaşa karşı mücadele bayrağını yükselten Lenin gibi, “asıl düşmanın içte olduğu” sloganını, kendi burjuvazisine karşı mücadele bayrağı haline getiren Rosa Luxsenburg ve Karl Lieblnecht’in, işçi sınıfı başta olmak üzere, ezilen yığınların dinamik niteliğine duydukları güvenin yarattığı devrimci pratikle, kitlelerin kendi bilinçleriyle buluştuğunda özgürlüğe nasıl kanat açtıkları açısından niteliksel bir tecrübedir. Ki bu slogan ve doğru politika,1917 Büyük Ekim Devrimi pratiği ile tarihteki yerini almıştır. Bolşeviklerin Lenin önderliğinde işçi sınıfı ve ezilen halklar içinde sürdürdüğü kararlı ve sabırlı mücadele, belirlenen doğru strateji ve bu stratejiyi besleyen devrimci taktikler, emperyalist savaş ortamında geniş yığınların talebi ile birleşerek, 1917 Ekim proleter bayrağı ile Sovyetlerin kurulması noktasına kadar ilerlemiştir. Emperyalist savaş çeşitli ülkelerde, örgütsüz kitleleri ölüm ve yokluğa-yıkım ve kıyıma sürüklerken, başka bir dünya özlemini kendi iktidarlarını kurarak, arayan örgütlü kitleler, dünya ezilenlerin kaderini değiştirmekteydi. Burjuvazi ve türevi gerici iktidarların kanlı ve haksız savaş-sömürü- baskı girdabından, devrimci proletaryanın komünist önderliğiyle, örgütlü mücadele ve kendi geleceğini özgürleştirme bilinciyle birleşerek, en koyu karanlık dönemlerde, bu devrimci pratikle deklere ediyordu.

Ezilen ve sömürülenler cephesinden, sonuçsuz kalan Paris komünü pratiğinden sonra, Ekim devrimi ile birlikte tarihsel bir adım, yeni bir çağın kapılarını açarak atılmıştır. Bu burjuva iktidarların korkularını büyümesi anlamını taşımaktadır. Çünkü kapitalist sistem yapısal krizlerinden ve bunun sonucu yarattığı paylaşım savaşlarından, kendisini yeniden üretme şansını, karşıt sınıfı olan proletaryanın, bilinçli-iradi müdahalesi ile yitirmiş ve kapitalizmin bu yapısal krizler süreci, kapitalizmi tarihe gömecek yeni bir dünya yaratma hedefi ezilen kitlelerin elinde somut bir silaha dönüşmüştür. Bu tarihsel gelişme, kapitalizm yaşadığı büyük krizler dönemi ile birleşince, burjuvazi baskıcı ve otoriter iktidarlar olarak faşizme başvurmuştur. Faşizmin, 1922 de İtalya’da Mussolini ile, 1933 te Almanya’da Hitler ile iktidarlaşması, bu süreçle birlikte ele alınarak anlaşılmak durumundadır. Her faşist iktidar, toplumsal devrimci muhalefeti ortadan kaldırma hedefi ile iş başına gelmiştir. İç toplumsal devrimci muhalefeti tasfiye etmeye paralel olarak, düşman ilan edilen uluslara saldırmak ve sövenist-milliyetçi çizgide belirlediği egemen ulusun ideolojik çizgisine göre sınırlarını genişletmek, tüm faşist iktidarların ortak paydası olmuştur.

Özcesi, faşizmi yaratan ve bir iktidar biçimi olarak kurumsallaştıran tarihsel süreç emperyalist-kapitalist sistemin sürecidir. Burjuvazi ve türevi olan gerici egemenlerin bir iktidar biçimi olan Faşizm, her bir coğrafyada sermeyenin en gerici kesiminin iktidarı olarak bazı farklılıklar barındırsa da, özünde ideolojik-politik niteliğini birbirine aktararak bir seyir izlemiştir. Burjuvazi ve ittifakı konumundaki gerici sınıf egemenlikleri, bu yolla başta işçi sınıfı olmak üzere, tüm toplumsal halk yığınlarının, mücadele seyri içinde kendi bilinci ekseninde yarattığı tüm değerlerini, örgütlenme kurumlarını tasfiye etmeyi, en baskıcı ve otoriter yöntemle hedeflemektedir. Yani kurumsal olarak faşizm ve bu siyasal-ideolojik çizgiye göre aktör olan faşist diktatörler, işçi sınıfı ve ezilen halkların kazanımlarına saldırmanın yanında, bu kazanımları elde etmede örgütlenme aracı olan, devrimci-komünist hareketi, devrimci-demokrat sendika, dernek, meslek kurumları ve yayın organları gibi tüm örgütlenmeleri ortadan kaldırarak sürecini işletmişlerdir. Bu anlamıyla basit bir iktidar biçimi değil, kapitalizmin krizine büyük sermayeden yana çare olarak başvurulan diktatör bir rejimdir. Egemen olan ulus-sınıf-din dışında, tüm sınıf-ulus-inanç-cins kesimlerinden oluşan geniş yığınları düşmanlaştıran bir iklimden beslenerek, cebir-şiddet, katliam, baskı ve derinleştirilmiş sömürü üzerinden kendisini var etmektedir. Bu biçimlerin, burjuvazinin tüm iktidar biçimlerinde olması, her burjuva iktidarın faşist olduğu sonucuna götürmemeli. Böyle bir yaklaşım, faşist iktidarları hafife alma sonucunu doğurur ve mücadele biçimleri ve araçlarını da muğlaklaştırır. “Mali sermayenin en gerici kesiminin iktidar biçimi” olması, tek adam diktatörlüğü biçiminde merkezileşmesi, burjuva kuvvetler ayrılığını ortadan kaldırıp, yargı-yasama-yürütme ayağının tekleşmesi, büyük burjuva sermayenin hakimiyetini tahkim etmek için, burjuva sermayenin bir kesimi dahil, liberal burjuva çevrelerden, tüm toplumsal sınıf ve dinamikleri yaşamsal  hakları ile kıskaç altına alarak, her alanda tekçiliği dayatması, en basit demokratik-akademik-ekonomik hak arama faaliyetlerinin kanla bastırılması, tüm ifade hakkının ortadan kaldırılması ve bunu, askeri-paramiliter güçlerle, en baskıcı araçlarla, kitlesel tutuklamalar ve katliamlarla uygulaması özelliğiyle ayrışır.

AKP-Erdoğan İktidarının Siyasal Karakteri Ve Açık Faşizm Koşulları!

AKP-Erdoğan iktidarı ile bu gün Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasında hüküm süren açık faşizm koşullarını ortaya koyarken, bu  “TC” egemenler sistemi tarihinde, faşizme yeni başvurulmuş anlamı taşımamaktadır. “TC” nin kuruluş paradigması, Kemalist diktatörlük ile birlikte açıktır ve sınıfsal karakteri gereği faşisttir. Türk ırkçılığını esas alıp bunu Sünni İslam sentezi ile birleştiren Kemalist Diktatörlük, tekçi-militer-ırkçı niteliğiyle faşist bir diktatörlüktür ve “TC” egemenlik sistemini bu karakter  belirlemiştir. Parlamentonun bir maske olarak kullanılıp “burjuva demokrasisi” oyunlarının oynandığı tarihsel dönemde, askeri cunta dönemlerinde de belirleyici olan yön budur. Tek bir farkla, askeri cunta dönemlerinde faşizm daha koyu ve kapsamlı yaşanırken, parlamento maskesi altında faşizm bazı demokrasi kavramları ile örtülmüştür. Esas konumuz bu olmadığı için, bu kısa vurguyu yapmayı, konu ile ilgili anlayışımızın doğru ele alınması açısından faydalı buluyoruz.

Kemalist diktatörlüğün kanlı tarihinin referansı üzerinden, “TC” egemenler sistemi, 2011 yılı AKP-Erdoğan iktidarı ile birlikte “yeni” bir sürece girmiştir. Bu süreç aynı zamanda, komprador burjuvazinin yerine, komprador tekelci işbirlikçi burjuvazinin,  tarihsel gelişiminin akabinde hâkim klik olma sürecidir. “TC” egemenler sistemi içinde, burjuva kliklerin iç kapışmasını, 1990 lı yıllar ve sonrasında, İslami sermaye ile birlikte “Anadolu kaplanları”, ”milli sermaye” olarak palazlanan ve gelişimi sonrasında emperyalist tekelci sermeye ile işbirliği yaparak komprador tekelci işbirlikçi kapitalist sermaye olarak birikimini tamamlayan komprador tekelci işbirlikçi burjuvazi ile, Kemalist çizginin temsilcisi olduğu, yarı feodal statü üzerinde emperyalizme bağımlı olan komprador  sermaye arasında esasta cereyan etmekteydi. AKP-Erdoğan iktidarının, başa gelir gelmez, Klasik Kemalist çizgiyi tasfiyeye yönelmesinin zemini, bu ikili sermayenin niteliğidir.

AKP-Erdoğan çizgisinin siyasal temsilini yaptığı sermaye kliği, ( ki bu dönem sonradan hain ilan edilen Gülen cemaati ile aynı kıbleye, en derin bağlılıklarla namaz kılınıp dualar edilmekteydi), “TC” egemenler sistemi içindeki klik çatışmasında, kendi cenahını palazlandırıp güçlendirdi. Ordu, Yargı, Devlet bürokrasisi, polis teşkilatı, eğitim kurumları başta olmak üzere, devletin yönetsel birçok kurumuna yapılan operasyonlarla, Klasik Kemalist klik etkisizleştirilse de, süreç egemenler arasındaki klik dalaşını sonlandırmayıp tırmandırmaktaydı. “TC” rejimi bu niteliği ile siyasal kriz yaşarken, emperyalist-kapitalist sistemin krizi ve bunun “TC” iktisadi yapısını dolaysız etki alanına alması, Arap yarımadası ve Ortadoğu’da emperyalist hegemonya çatışmalarına “TC” nin çekilmesi, Bölgesel statükoların dağılması ile birlikte, ortaya çıkan tarihsel fırsatları kullanarak Kürt Ulusal mücadelesinin Kuzey- Batı-Güney ekseninde daha ileri bir düzeyde olgunlaşması, derinleşen toplumsal çelişkilerin ardından, örgütsel olarak istenilen düzeyde olmasa da, sınıfsal-sosyal hoşnutsuzların toplum genelinde bir itiraza dönüşmesi, devrimci-komünist hareketlerin bu potansiyel ile buluşma yönelimi, AKP-Erdoğan iktidarı açısından büyüyen bir tehlike idi ve içte-dışta “TC” iktidarını köşeye sıkıştırmaktaydı. Tüm bu koşullar, AKP-Erdoğan iktidarının temsilcisi olduğu burjuva kliğin, sahip olduğu iktidarı yitirmemesi için var olma-yok olma hesabına dönüştürülmüştür. İktisadi bunalımla birleşen rejim krizi,  diktatörlük biçiminde tesis edilerek projelendirildi. Demokrasi ve tarihin kanlı yüzü ile hesaplaşma naralarıyla başa gelen AKP-Erdoğan iktidarı, eline geçirdiği olanaklarla, seçimlerde arkasına aldığı oy desteğiyle, Klasik Kemalist kliği tasfiye etse de, bu süreç Kemalist Diktatörlüğün faşist niteliğinden bir kopuş olmamış, aksine Kemalizmin ideolojik dokusu üzerinden açık faşizm koşullarına evrilmiştir. Rejim krizini aşmak için yapılan anayasal değişiklikler, tek adam diktatörlüğünün hukuksal zemini olarak “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” adı altında kurulan “başkanlık” (diktatörlük) sistemi, “TC” devleti niteliğinde tekleşme ekseninde sağlanan katı merkezileşme, ve bütün bunları gerçekleştirmek için, darbe-burjuva seçimlerin hile ve şantajlarla birer araç olarak kullanılması, OHAL’in yürütme, KHK ların yasama biçimi olarak süreklileştirilmesi, AKP-Erdoğan iktidarının, bugün açık faşizm biçiminde hüküm süren hakimiyet çizgisinin tesis edilmesi amacıyla geliştirilmiş süreçlerdir.

Ekonomik kriz, kitlesel işsizlik, artan yoksulluk koşulları ve topluma dayatılan kamplaşma akabinde, kitlelerin taraf olmaya zorlanması-karşı duran potansiyelin vahşi-kapsamlı baskılarla bir korku imparatorluğunun oluşturulması kuşatması altında, geri veya tarafsız kitleler, bugün AKP-Erdoğan diktatörlüğünün “desteği” olmaya açık hale getirilmişlerdir. Din tüccarlığıyla, demogoji ile bilincinden yoksun örgütsüz kitleleri, devletin ve oluşturduğu paramiliter çetelerin gücünü de kullanarak kendisine yedeklemeyi azımsanmayacak düzeyde başaran diktatör Erdoğan, burjuva klikler içinde rakiplerini dıştalamayı ve tüm toplumsal muhalefeti yok etmeyi hesaplamaktadır-planlamaktadır. Bu anlamı ile, AKP-Erdoğan iktidarının sınıfsal niteliği olan Faşizmi, açık-koyu faşizm koşullarına göre iktidara taşıması, “TC” egemenler sistemi tarihi açısından farklıdır. Örneğin 12 Eylül Askeri Faşist Cuntası süreci, tepeden yapılan bir darbe ile, açık faşizm koşullarına geçiş süreci olmuştur. Tabiki, Askeri darbenin gerçekleştirilmesi öncesinde, toplumu bu darbeye göre kamplaştırıp “taraftar” sosyal kesimler yaratmak için bir pasifikasyon süreci yaşandı. Burjuva hükümetlerin iktisadi-siyasal süreci yönetme kabiliyetindeki çapsızlık, ”terör” sorunu, “ulusal çıkarlar- vatan millet” nakaratları, vb gibi siyasal jargonlar, milliyetçi-şöven iksirle zehirlenerek, askeri darbenin tek “kurtuluş” olduğu imajı, kitlelerin talebiymiş gibi manipüle edildi. Ama 12 Eylül AFC’sinde, “bir gece ansızın” gelen bir askeri darbeyle, İktidar koltuğuna kurulan generaller, toplumu tepeden korkutarak, işçi mücadelesini ve devrimci hareketi ani bir baskı, tutuklama ve işkence hamlesiyle ezerek açık faşizm sürecini yerleştirdiler. Yukardan gelen açık askeri faşizm, toplumun genelini tehdit edip sindirerek varlığını dayatmıştı. Bugün yaşanan ise, Erdoğan, toplumda yarattığı kutuplaşma sayesinde kendine önemli bir kitle desteği sağlamış durumda. Erdoğan bu sayede, toplumun kendini desteklemeyen kesimini korkutup sindirme, mücadeleci kesimleri baskı ve tutuklamalarla saf dışı etme taktikleri temelinde yol alıyor. Yani 12 Eylül de açık faşizm askeri darbe patentli iken, AKP- Erdoğan diktatörlüğünde bu “sivil” patentlidir. Burjuva parlamentonun işlevsizleştirilmesi süreci dahil, tüm olağanüstü uygulamalarda, burjuva seçimler, bu sürecin bir silahı olarak kullanılmış, darbeci yöntemlerle, kapsamlı askeri operasyonlarla, devletin kurumsal güçlerinin müdahalesi ile, hilelerle, bu sürecin örgütlenme aracı haline getirilmişlerdir.

Faşist diktatör iktidarların bir başka ortak özelliği olarak, toplumun kendilerini desteklemeyen kesimlerini sindirmek-bastırmak anlamında, işçi ve emekçi kesimlerin, aydınların, öğrenci gençliğin, kadınların, ekonomik-demokratik-akademik hak arama eylemlerini kuşatma bağlamında ve son tahlilde, ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesi veren devrimci-komünist, ulusal kurtuluş mücadelesi veren hareketlerin önderlikleri ve kitle tabanını tasfiye etme hedefiyle, işsiz-lümpen toplumsal kesimleri ırkçı çizgide kendilerine özel vurucu tim olarak örgütlemektedirler. İktidara geliş yöntemi, uygulamaları ve hedefleri anlamında, Hitler’i, Mussolini’yi halefi olarak belirleyen Erdoğan, paramiliter çeteleşmede önemli bir örgütleme yaratmıştır. “TC” devletinin askeri-teknik gücüyle birleştirilerek harekete geçirilen bu militaris konsept, sadece örgütlü toplumsal dinamikleri hedef almamakta, potansiyel olarak muhalif kimliğe sahip toplumsal sınıf-katman-ulus-inanç kesimlerine yönelmektedir. Hedef açıktır. Faşizmin azgın saldırılarına boyun eğmeyen ve bu gidişatı durdurmak isteyen tüm örgütlü kesimler, mücadeleden yana aydınlar, sanatçılar, gazeteciler, yazarlar, ve faşizm için stratejik tehdit oluşturan devrimci ve komünistler, sistemin dayattığı inancı kabul etmeyen aleviler, faşizmin dar gömleğini giymek istemeyen kadınlar, ulusal hakları için başkaldıran veya itirazda bulunan Kürtler, açlık sınırındaki ücrete, ilkel çalışma koşullarına karşı ekonomik-demokratik hakkını grevlerle, direnişlerle sokağa döken işçiler, feodal toplum despotizmi altında baskı altında kabul etmeyen köylüler, sindirilecek, baskı altına alınacak, “terörist”, “vatan hainleri” olarak tutuklanacak, en nihayetinde gerekirse katline ferman yazılacaktır. Tıpkı 1950 lerde ABD de, komünistlere-aydınlara-sanatçılara yöneltilen McCarthyci faşist saldırılar gibi, AKP-Erdoğan diktatörlüğü, toplumun en sıradan demokratik itirazına karşı bir cadı avı başlatmıştır.

Çok fazla detaya gerek yok. Haziran 2015 sürecinde, HDP ve ittifak güçleri devrimci-komünist-sosyalist bloğun eşitsiz koşullara rağmen seçimlerde aldığı sonuç, AKP-Erdoğan iktidarının, sınıfsal niteliğine uygun hedeflediklerine, kendi inisiyatifindeki seçimler yoluyla ulaşamayacağını anlamıştı.  Bunun için seçimler yine bir araç olarak kullanılacaktı ama provokasyonlar, katliamlar, hileler, algı operasyonları ile lehte sonuçlar yaratılmaya çalışılacaktı. Bu eksende stratejik olarak planlanan topyekün savaş konsepti ile, Kürt ulusunun tüm demokratik meşru kurumları, devrimci demokrasi güçlerin örgütlenmeleri, toplumsal dinamikler kuşatma altına alındı ve 1 kasım seçimleri, referandum ve başkanlık sistemi seçimleri OHAL koşullarında yapılarak, seçim maskesi altında darbelerle, açık faşizm koşullarını örgütlemiştir.

İktidarın burjuva meşruluk açısından dahi karşılığı olmayan yöntemlerle sağladığı faşist kurumsallaşma, yandaş medya, kalemi ezilen-sömürülen halkımızın ve mazlum Kürt ulusunun kanını dökmeyi salık veren yalaka “aydın-yazarların” aracılığıyla, toplumun geri kesimlerini alıklaştırmaya çaba sarf ederken, ırkçı-tekçi- AKP-Erdoğan-MHP -Ergenekon koalisyonu, tek elde merkezileşmenin “gücüyle”, Kürt ulusuna, ezilen-sömürülen halklara vahşice ve pervasızca saldırmaktadır. Buna verilecek cevap açık ve nettir. Bu süreci tersine çevirecek olan ezilen-sömürülen halkların, mazlum ulusların ve inançların, birlikte sürdürecekleri kararlı mücadeledir.

Faşizmi Yenecek Tek Güç, Tüm Anti-Faşist Güçlerin Birlikte Mücadelesidir!

Faşizme karşı mücadeleden söz edilirken, öncelikle faşizmi doğuran iktisadi-sosyal nedenleri ve faşizmin kurumsallaşma niteliğini doğru tanımlamak gerekir. Yukarda belirli yönleriyle bunu ifade etmeye çalıştır. Somut olarak, faşizm, emperyalist-kapitalist sistemin yarattığı bir “canavardır” ve faşizme karşı mücadele, aynı zamanda kapitalizme karşı mücadeledir. Bunu neden özellikle vurguluyoruz. Büyük ve en gerici-bağnaz sermayenin iktidar biçimi olarak gündeme gelen faşizm, esasta ezilen-sömürülen halk sınıf ve katmanlarını, sömürgeleştirilmiş, işgal ve ilhak edilmiş ulusları, baskı altındaki inançları, tüm örgütlü kurumlarıyla ezip sindirmeye çalışır. Ama aynı zamanda, kapitalist sermayenin iktidar olma avantajını yitirmiş, burjuva  liberaller kliğini, siyasal temsilcileriyle birlikte hedef alır. Egemenler arası  klik dalaşında iktidar olmanın avantajını yitirmiş, artı değerden aldığı pay azalmış veya ortadan kalkmış, iktisadi sahada sermayesinin hareketi ve pazar payı daralmış sermaye kesimleri, temsilcisi siyasal burjuva iradeler üzerinden, faşizme karşı muhalefet cephesinde yer alırlar. Hatta, “TC” egemenler sisteminde somut olarak yaşandığı gibi, iktidar avantajını yitirmiş başka bir faşist burjuva klik,  kitlelerin faşizme karşı olan öfkesini kullanmak için, “özgürlük”, “demokrasi” “insan hakları” gibi söylemlerle, gelişen toplumsal tepkiyi, iktidara gelmek için kendilerine yedekleme mantığıyla muhalefet cephesinde yer almaktadır. “TC” egemenler sistemi içinde, AKP-MHP-BBP-Ulusal Kemalist Ergenekon Kliğinin ana gövde olduğu ve buna yedeklenmiş Perinçek’in Vatan partisinin dengelere göre desteğini açık veya gizli beyan ettiği “Cumhur ittifakı” ile, CHP-İyi parti-Saadet Partisi’nin “Millet ittifakı”, iki faşist kliğin bloklaşması ve çatışmasıdır. Hakim olan kliğin faşist diktatör iktidar olması, iktidar olma avantajını yitirmiş kliğin, burjuva demokrasisi, “çoğulculuk”, “özgürlük”,  vb gibi yaşanan süreçte kitlelerin talebi olan gündemleri siyasal olarak savunmaları, biçimseldir, bu iki bloğunda niteliği aynıdır. Bu kliklerin işbirliği içinde olduğu uluslararası emperyalist sermeye ve devletlerle birleşerek, içte ve dışta yaşadığı çatışma, özünde gerici iktidar dalaşıdır ve hakim olmayan kliğin, faşizme “muhalif” olma kimliğiyle ürettiği siyasetin, ezilen halklar açısından dikkate alınacak bir tarafı yoktur.

Tüm bu somut gerçekler karşısında, bugün Türkiye-Kuzey Kürdistan’da, AKP-Erdoğan faşist iktidarına karşı mücadelede,  gerici burjuva “Millet” blokunun “muhalefeti” ile ortaklaşmak, başından ilerici-devrimci toplumsal muhalefeti sisteme yedeklemektir. Mevcut burjuva klikler içinde, toplumsal muhalefetin, devrimci stratejik hedefin, esas olarak AKP-Erdoğan iktidar kliğine yönelmesi gerçeği, diğer burjuva klikle aynı zeminde buluşma anlamına gelmez. Ki bu kesimlerde devrimin hedefleri arasındadır. Bugün, kimi anlayışlar, bu kesimleri de içine alarak bir anti-faşist mücadele çizgisi savunmaktadırlar. Bu her şeyden önce anti-faşist mücadele çizgisini kavramamaktır.

Öncelikle, anti-faşist mücadele, aynı zamanda kapitalizme karşı mücadeledir. Anti-faşist mücadele sürecinde, sermayenin en gerici kesimine, okun sivri ucunu doğrultmak, sermayenin iktidara hakim olmayan siyasal temsiliyle mücadele edilmeyeceği anlamına gelmez. Bu tamamıyla somut durumun ortaya çıkardığı devrimci taktik meselesidir. Çelişki ve çatışmada esas yönü teşkil eden gericiliğe yönelmek, diğer gerici kesimlerle mücadeleyi ortadan kaldırmaz. Faşist iktidarı geriletme mücadelesi, son tahlilde burjuva kapitalist sistemin tüm gerici çarklarını kırdığı oranda, tarihsel rolünü oynayacaktır. Aksi bir tutum, bir burjuva kliğe karşı, başka bir burjuva kliğe alan açmaya hizmet eder ki, buda anti-faşist mücadeleyi, kapitalizme karşı mücadele çizgisinden uzaklaştırır.

İkincisi, anti-faşist mücadele, başından sona tek bir siyasal taktikle ilerlemeyecektir. Her bir somut durumun ortaya çıkardığı toplumsal talep ve çatışma düzeyi, birleşilecek toplumsal kesimi de tayin eder. Genel yaklaşım olarak, anti-faşist mücadelede, tüm anti-faşist, anti-kapitalist kesimleri, bu mücadele çizgisinde birleştirmek esastır. Ama faşizm koşullarında mücadele, çetin ve derin çatışmalar özelliğiyle bir turnusol kâğıdı rolü oynamaktadır. Çatışmanın derinleştiği zor süreçlerde, kimi liberal-solcu, reformist-legalist anlayışların, liberal burjuva aydınların, bu mücadele çizgisinden kopma riskini barındırması, anti-faşist mücadelede bu güçlerle yan yana gelinemeyeceği sonucunu doğurmaz. Somut talep ve politikalarla, tüm anti-faşist, anti-kapitalist güçleri birleştirmek, her somut talebi, toplumun genel talepleriyle birleştirip, kitleleri harekete geçirmek, devrimci-komünist-ileri güçlerin taktik politika meselesidir. Bu taktik politikayı ustalıkla uygulama yerine, bazı çizgisel problemleri öne çıkararak, ayrışım hatları belirlemek, anti-faşist mücadele çizgisi ile bağdaşmaz. Doğru taktik ve çizgi, tüm anti-faşist güçleri birleştirme çizgisidir. Ve bu yönelimle, gerici burjuva partilerin yedeğine girmiş, bu siyasal güçlerin tabanında önemli bir dinamiği temsil eden halk sınıf ve katmanlarıyla birleşme çizgisidir.

Ve en önemlisi olarak, Türkiye-Kuzey Kürdistan’da faşizme karşı mücadele, esas olarak, devrimci-komünist-sosyalist-Kürt Ulusal hareketi, demokratik güçler ve ezilen inanç kesimleri olarak ilerici Alevi örgütlenmelerinin siyasal ittifaklar sorunudur. Devrimci-komünist güçlerin, Kürt ulusal hareketinin, bu konuda daha sorunlu rol alması, bu mücadelede tayin edici önemdedir. Her şeyden önce faşizme karşı mücadele, soyut faşizm ve anti-faşist mücadele tanımlaması üzerinden sürdürülemez. Somut olgular ve somut politika belirlemek gerekmektedir. Sorun her bir siyasal çizginin, yaptığı faşizm tahlili üzerinden, kendi örgütsel konumunu korumaları sorunu değildir. Açık koyu faşizm koşulları somut bir olgudur. Askeri darbeleri, sıkı yönetim uygulamalarını aşan, baştan aşağı militarizmle tahkim edilmiş baskı, şiddet, katliam, “hukuk”, “adalet”, anlayışı ile, sınıfsal, etnik, kültürel, ulusal, inançsal tüm demokratik-akademik-ekonomik talepler, tekçi ırkçı faşist politikalarla bastırılmakta, Kürt ulusuna karşı geliştirilen bölgesel işgallerle yaratılan “savaş hali”, “tam seferberlik” koşullarıyla vahşice sürdürülmektedir. Kadınlar, akademisyenler, çevreciler, sanatçılar, LGBTİ ler, başta olmak üzere, faşizme yedeklenmeyen tüm toplumsal kesimler hedef halindedir ve konuşma hakkından dolayı dahi işkencelere maruz kalmaktadırlar, tutuklanmaktalar, çalışma ve yaşam haklarını idame etme koşullarından men edilmektedirler. En geniş siyasal talepler, barış, demokrasi, adalet, vicdan meselesiyle birleşerek güçlü bir argüman oluşturmaktadır. Bu anlamıyla koşullar zor olduğu kadar, geniş kitleleri tek bir hedefe göre örgütleyip harekete geçirmenin güçlü, dinamik toplumsal bir zemini vardır. Sorun, toplumsal koşullara uygun, somut ve alternatif sosyalist demokrasiye göre bir mücadele programını ortaya koymaktır.

Program derken, devrimin stratejik planlamalarından söz etmiyoruz. Komünistlerin devrimin stratejik programı vardır ve mücadele süreçlerini bu programa göre örgütlemektedirler. Devrimin stratejik araçlarından olan cephe ve faşizm koşullarında kurulacak olan anti-faşist cephe programından da söz etmiyoruz. Mücadelenin düzeyi ve komünist partisinin tayin edici rolünde gündeme gelecek olan bu stratejik araçlardan öte, bu gün somut olarak faşizme karşı tüm anti-faşist güçleri birleştiren, harekete geçiren ve somut talepleri faşizme karşı mücadeleye çeviren planlamalardan söz ediyoruz. Her mücadele, her talep, politik planlamalar sorunudur. Bu gün anti-faşist birlikte mücadele süreci de, her somut talep özgülünde planlanmalı, devrimci mücadelenin stratejik programını güçlendiren-geliştiren bir niteliğe dönüştürülmelidir.

Faşizm esasta, devrimci-komünist güçlerin, devrimin stratejik mevzilerinden gerçekleştireceği hamlelerle geriletilecek ve son tahlilde yıkılacaktır. Devrimci, komünist ve Kürt ulusal hareketinin, silahlı devrimci zor mevzilerinde geliştirdiği ittifak, bu süreçte esas devrimci rol oynayacaktır. Ama mevcut ele alışın, bu süreci göğüsleyecek yeterlilikte olmadığı açıktır. Esasta faşizmi darbeleyecek-geriletecek bu mevzilerin daha planlı ve sürecin ruhuna uygun örgütlenmesi elzemdir ve komünistler olarak bu konudaki rolümüzü oynamamız gerekmektedir.

Devrim kitlelerin eseridir ve devrimci mücadele, kitlelerin somut talepleri üzerinden gelişir, kitlelerle birleşir. Devrimci savaşın stratejik merkezlerinin perspektifiyle, bu gün kitlelerin somut talepleri üzerinden faşizme karşı kitleleri birleştirmek, anti-faşist mücadele çizgisinde en geniş kesimleri harekete geçirmek, somut görevdir. Bugün AKP-Erdoğan diktatörlüğüne karşı, toplumun her kesiminden itirazlar yükselmektedir. Ekonomik-demokratik-akademik taleplerle eylemlere dökülen bu itirazlar, kendi talepleri ve taleplerin sınıfsal-sosyal kitle tabanıyla sınırlı kaldığı için, kuşatılıp ezilmekte, tutuklanmakta ve baskı altına alınmaktadır. Bu olumsuz durumun yarattığı moralsizlik, harekete geçme dinamiği taşıyan toplumsal güçleri de olumsuz etkilemektedir.

Oysa faşist kuşatmaya karşın, işçi sınıfının grev ve sokak eylemleriyle ortaya koyduğu tavır son derece önemlidir ve sınıf hareketi anlamında gelişim dinamiği taşımaktadır. Sınıfın başına çöreklenmiş, sendikal bürokrasiye karşın, sınıf hareketi, ekonomik-demokratik taleplerinde ortaya bir ısrar koymaktadır. Ama önderlik ve örgütsel problemleri, bu karşı koyuşu istenilen düzeye taşımamaktadır. İlerici akademisyenlerin, aydınların, sanatçıların faşizme karşı duruşu, toplumsal bir dinamik olarak önemli bir yerde durmaktadır. Faşizmin doğrudan yaşamını kuşattığı, köylüler, kadınlar, esnaflar, avukatlar, kamu kuruluşu çalışanları, kendi talepleri ekseninde faşizme öfkelidirler. Kürt ulusunun, komünist-devrimci-sosyalist hareketlerin örgütlü bileşenleri, ısrarlı ve kararlı bir şekilde faşizme karşı mücadele etmektedirler. Bu mücadeleyi, tüm geniş kitlelerle birleştirmek esas ve tayin edici olandır.

Faşizmin koyu-karanlık yüzünden zarar gören tüm kesimleri, ulusal-sınıfsal-cinsel-etnik-kültürel-inançsal düzlemde var olan somut talepleri ekseninde yan yana getirmek , ve her bir somut talebi, anti faşist mücadele çizgisinde genel bir karşı koyuşa dönüştürmek, her zamankinden daha olanaklıdır. Komünist-sosyalist ve Kürt ulusal hareketinin örgütlü gücüyle sınırlı bir karşı koyuş, sürecin ihtiyaçlarına cevap olacak gücü ortaya koymaya yetmez. Sorun sadece, ittifak, eylem birlikleri vb. araçlarla, örgütlü kitleleri harekete geçirme sorunundan ötedir. Öncelikle, antifaşist, anti-kapitalist birlikte mücadele çizgisinin ittifak ve eylem birlikteliği, geniş bir sahaya yaymak gerekmektedir. Merkez güç, devrimci-komünist- ulusal (Kürt ulusu) güçler ve kurumları olsa da, faşizme karşı, liberal, reformist çizgide örgütlü güçleri de birleştirmek zorunludur. Ve burdan yaratılan merkezi bir planla, İleri kitleleri harekete geçirmek, faşizme karşı itiraz eden ama bunu örgütlü bir duruşa dönüştüremeyen kitleleri öne çıkarmak ve bu gün gerici burjuva partilerin yedeği konumundaki kitleleri, anti-faşist mücadele saflarına çekmek-en geri zeminde tarafsızlaştırmak-, bugün sürdüreceğimiz anti-faşist, anti-kapitalist mücadeleye nitelik katacaktır. Faşizmin somut saldırıları, somut çelişkiler ve toplumda yaratılan somut mağduriyetler, bu konuda önemli avantajlar yaratmaktadır. Örneğin, 3. Havaalanı işçilerinin, insanca çalışma koşulları ve ücretlerini isteme talepli gerçekleştirdikleri meşru eylemde, maruz kaldıkları işkenceler-tutuklamalar, sınıf bilincinden öte, toplumun geniş kesiminin vicdanlarını dahi yaralamıştır. Fabrikalarda, sokaklarda, sendikal bürokrasiye rağmen, kendi çapındaki örgütsel ve bireysel reflekslerle gerçekleştirilen grevler, yürüyüşler ve sokak eylemleri, toplumun itiraz güçlerine önemli referanslar sunmaktadır. KHK larla, faşist baskılarla kamu alanında mağdur edilen kamu emekçileri, aydınlar, akademisyenler, bunca kuşatmaya karşın, tutuklanma ve işkenceleri göze alarak seslerini yükseltmektedirler. Tüm bu itirazların tek merkezde toplanması, fabrikalar başta olmak üzere, iş sahaları, eğitim başta olmak üzere, tüm akademik alanlar, sağlık-hizmet sektörü başta olmak üzere tüm kamu alanları, kayyumla gasp edilen devrimci-demokrat-yurtsever yerel yönetim birimleri başta olmak üzere, ilerici güçlerin iradeleştiği tüm yerel yönetim bölgeleri, somut talepler üzerinden planlı-programlı bir hareket tarzına kavuşturulmalı ve genel siyasal-iktisadi-demokratik-akademik mücadele çizgisinde merkezileştirilmelidir.  Anlaşılır bir örnek olarak, işçi sınıfı içinde çalışan devrimci-komünist güçlerden müteşekkil, ilkeli ve programlı ortaklaşmış bir gücün oluşturulup, genel işçi eylem ve grevlerini kumanda etmesi, ve bunu yine bu plan dahilinde toplumun diğer kesimlerin taleplerinin eyleme döküldüğü pratiklerle birleştirilmesi, son tahlilde, bu planlamanın merkezi olan anti-faşist mücadele platformuyla merkezileştirilmesi, somut taleplerin, genel siyasal taleplere çevrilmesi açısından önemlidir. Son tahlilde bu genel siyasal taleplerin ışığında yaratılan güçlü hareketlilik, stratejik anlamda devrimci savaşı besleyecek, faşizmi geriletecektir.

Bu merkezileşmede, anti-faşist birlikte mücadele hattında planlı bir programa çevrilirken, tek birliktelik biçimi, itifakla sınırlandırılmamalıdır. İttifak yapabilen güçler ittifak siyaseti ile, bu sürece eylem birlikteliği tarzında yer almak isteyen güçler, eylem birliği programına göre, çok yönlü biçimler, birlik zemininin hizmetine sunulmalıdır. Somut plan ve basitten karmaşığa birlikte yürüme araçları, faşizme karşı mücadelenin perspektifidir.

Unutulmamalı ki, kapitalist-emperyalist sistemin tarihi, ibretlik faşist diktatörlüklerin kanlı geçmişlerinin dersleriyle değil, diktatörlerin tüm zulmüne karşın, karanlıkları parçalayan işçi-emekçilerin, devrimci-komünistlerin, mazlum ulus ve inançların, mücadele birikimleriyle somut tecrübedir.  Bu gün tarihten ders alınacaksa, faşizme karşı her alanda mücadeleyi yükseltmek, tarihin ve geleceği kazanmanın hükmüdür. Devrimci işçilerden demokrat aydınlara, örgütlü sosyalistlerden ulusal hakları için tüm ölü toprağı direnişe dönüştüren Kürt’lere, Devrimci-Komünist hareketten, tüm anti-faşist güçlere, her kesimin kendi içinde yükselteceği ve  birlikte mücadele perspektifinde birleştireceği, faşizme karşı mücadele, bu karanlık gidişatı değiştirecek, bu koyu karanlığı aydınlatacaktır.

Somut Bir Süreç Olarak, Mart 2019 Yerel Seçimleri, Anti-Faşist Birlikte Mücadelenin Güçlenmesi ve Gelişmesine Hizmet Etmelidir!

“Tekçi”, ”ırkçı”,  “TC” iktidar sistemi AKP-Erdoğan-  diktatörlüğü, Türkiye-Kuzey Kürdistan’ da, özgür ve demokratik geleceği yok etmeye yönelik, MHP-Ergenekon koalisyonu ile iktidara gelmiş totaliter bir rejimdir. Ve bu rejim, tüm olanakları ve süreçleri, bu rejimi daha da kurumsallaştırmanın aracı olarak kullanmaktadır. Kurt ulusuna karşı geliştirdiği bölgesel işgal ayağından, Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da geliştirdiği savaş konseptine kadar, tüm hamlelerinde faşizmi daha da kurumsallaştırmayı hedeflemektedir. Her hamlesinde aldığı sonuç, kurumsal olarak faşizmin sürecini direk etkileyecektir. İşgal ve savaş konseptinde aldığı başarısızlık, süreci ezilen ulus-sınıf ve halklar lehine çevirecektir. Aldığı başarı, onu daha da pervasızlaştıracak-saldırganlaştıracaktır.

AKP-Erdoğan diktatörlüğü, burjuva seçimleri de, geliştirdiği bu savaş konseptinin bir ayağı olarak ele almaktadır. Burjuva hukukunu hiçe sayarak, baskı ve şiddet ortamında seçimleri gerçekleştirmesi ve darbeci yöntemlerle hilelere başvurması, tamda bu sebeptendir. Çünkü seçim sonuçlarında elde ettiği “çoğunluk” desteği ile, topluma karşı kendisini daha güçlü ve iradeli olarak manipüle etmekte, saldırganlığına, kanlı pratiğine, anayasal-siyasal “meşruluk” kazandırmaktadır. Referandum, “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” seçimleri sürecinde yaşananlar, en yakın tarihi örneklerdir.

Diktatörlük, şimdi aynı siyasal mantıkla, yerel seçimlere rol biçmektedir. Kayyumlarla, darbeci-faşist yöntemlerle gasp ettiği, devrimci-yurtsever yerel yönetimleri, yerel seçimlerde almak istediği sonuçla, “anayasal meşrulukla” merkezi faşist otoritesinin bir ayağı haline getirmek istemektedir. Türkiye-Kuzey Kürdistan’da, kayyum atanan belediyelerde, tekrar ilerici-yurtsever-devrimci adaylar çıkarsa “yeniden kayyum atarız” tehdidinin altında yatan gerçek budur.

Burjuva yerel yönetim siyaseti ve iller yasasına göre, “TC” iktidarının merkezi olarak , belediyeler üzerinde “hukuksal” katı bir bağlayıcı denetimi olsa da, yerel ayaklarda bu merkezi otoriteyi zaafa uğratacak devrimci-sosyalist-yurtsever adayların kazanması, iktidarın planlarını, faşist sürecini baltalayacağı gibi, faşizme karşı tüm güçlere de mücadele sahası açacaktır. Bu anlamıyla, yerel seçimleri, anti-faşist mücadelenin bir ayağı olarak, tüm anti-faşist güçlerle örgütlemek, her şeyden önce devrimci-komünistlerin görevidir, siyasetidir.

Şu bir gerçektir. Genel seçimler veya yerel seçimlere ilişkin politika taktik alanına dair bir politikadır. Bu, her iki taktik politika arasında önemli farkların olmadığı anlamına gelmez. Genel seçimlerde siyasetimiz, genel A/P ile sistemi teşhir etmek, kitleleri sistem partilerinin yedeğinden çıkarmak, sosyalizm ve devrim fikrini en geniş kesimlere ulaştırmak, ezilen ulus-inanç ve sömürülen kesimlerin mevcut devrimci kurumlarıyla en geniş çerçevede ortaklaşmak gibi genel bir taktik üzerinden şekillenirken, yerel seçimlerde, “sosyalist halkçı yerel yönetimleri” yaygınlaştırma siyaseti ile yer almaktayız. Yani yerel yönetimlere ilişkin bir programla kitlelerin karşısına çıkmaktayız. Bunun anlamı açıktır. Bu bazı anlayışların içini boşaltarak ifade ettiği gibi, yerel yönetimler üzerinden, sosyalist-komünist adaylarla kazandığımız bölgelerde, sosyalizmi uygulayacağız demek değildir. Sosyalizm, devrimci bir iktidar meselesidir ve aracı devrimci zorla donanmış kurumsal devrimci hamleyle olanaklıdır. Devrimci-halkçı yerel yönetim programımızın, taktik alanda yarattığı birikimle bu stratejik hamleyi beslemesi-güçlendirmesi başka şeydir, burjuva iktidarların hüküm sürdüğü koşullarda, bir yerel ayakta sosyalizmi uygulayacağız iddiasında bulunmak bam başka bir şeydir. Birinci vurguladığımız  devrimci bir siyaset iken, ikinci ifade tasfiyeci-reformist bir anlayıştır. Devrimci-sosyalist bir siyasetin yerel ayaklarda  bir model olarak geniş kitlelere gösterilmesi, sistemin tüm gerici kuşatmalarına karşın “başka bir dünya mümkün”  gerçekliğinin ezilenlerle buluşturulması bağlamında, “halkçı-yerel yönetimler” programı, mücadelemiz açısından önemli bir yerde durmaktadır. Yerel yönetim seçim taktiğimizde bunun üzerinde şekillenmektedir ve bu program etrafında, tüm devrimci-yurtsever-aydın güçleri birleştirmek, sürecin ihtiyacı bağlamında temel perspektifimizdi

Bu anlamıyla, aday gösterdiğimiz her yerel bölgede, devrimci, demokrat, aydın, Kürt ulusal kurumlarıyla, yerel ayakta tüm ittifak tartışmalarımız, yerel yönetimlere dair ortaya koyduğumuz program üzerinden şekillenmiştir. Yerel seçimleri, faşizme karşı mücadelenin bir mevzisi haline getirme, en geniş kesimlerle harekete geçerek, faşizmin yerel ayaklardan kendisini merkezileştirmeye yönelmesini geriletmek, siyasetimizin bir ayağı iken, sosyalist adaylarımızı çıkarabileceğimiz bölgelerde, “sosyalist halkçı yerel yönetimler” programımıza göre bir ittifak siyaseti geliştirmek taktik siyasetimizin diğer ayağıydı. “Sosyalist halkçı yerel yönetim” programımızda, HDP başta olmak üzere, tüm devrimci-demokratik kurumlarla birleşmek, tüm anti-faşist güçleri harekete geçirmek ve buna bağlı olarak, “TC” iktidar partisi AKP- yamağı MHP başta olmak üzere, tüm sistem partileri ile aramızdaki kalın çizgileri koruyarak,  bir ittifaklar siyaseti geliştirmek sürecimizin ihtiyacıdır.

Bu genel perspektifle, yerel seçimlere ilişkin belirlediğimiz politika, “sosyalist halkçı yerel yönetimler” programına göre aday çıkardığımız bölgelerde, ( Dersim özgülünde olduğu gibi) hedeflediğimiz devrimci ittifak bileşenlerini yanyana getirememiştir. Biz tüm ilerici-devrimci güçlerle birleşme hedefinde olsak ta, bunu yerel yönetim programı ile kitlelerin karşısına çıktığımız bölgelerde, Dersim özgülünde cereyan eden tartışmalar örneğinde olduğu gibi sağlayamadık. Kuşkusuz bu sonuca dair her devrimci siyasal anlayışın kendi duruşuna göre bir değerlendirmesi vardır. Burada bu konu üzerinde tartışmayacağız. İlgili kurumların bu konudaki açıklamaları kamuoyunun bilgisindedir. Bölgesel düzlemdeki ittifak güçlerindeki bu farklılaşmaya karşın, genel sürecin nasıl ele alınacağı meselesi önemlidir. Sosyalistler olarak, bazı bölgelerde gündeme gelebilecek ittifak güçler bileşenlerindeki değişiklik,  sosyalist- devrimci-  Kürt Ulusal mücadelesinin kurumları arasındaki genel ittifak siyasetini zaafa uğratmamalıdır. İttifak sadece bir sürecin politik yönelimleri üzerinden şekillenmez, kazanılmış mevzilerin birleştirilmesi üzerinden de sürdürülür. Yerel seçimlerde, kimi alanlarda dost devrimci güçler arasındaki demokratik yarışla, kimi yerlerde karşı devrimci siyasal burjuva partilerle eşitsiz koşullarda sürdürülen mücadele ile kazandığımız her mevzi, doğru bir ele alışla ortaklaştırılarak, faşizme karşı bir duruş haline getirildiğinde anlamlıdır. Temel sorun politik sahada, devrim ile karşı devrim arasındaki kalın çizgileri koruyarak konumlanabilmektir. Dost güçler ve düşman güçler ayrımını doğru yapabilmektir. Egemenler sistemi içindeki derin klik dalaşında, iktidar olma avantajını yitirmiş burjuva kliklerin siyasal temsilcileri, Kürt ulusunun devrimci muhalefeti başta olmak üzere, devrimci-sosyalist, alevi muhalif dinamikleri, AKP-MHP karşıtlığı üzerinden kendisine yedeklemeye çalışmaktadır. Bunların aralarındaki çatışmalardan faydalanma adına, gerici iktidar kliğine karşı bu yedeklenme siyasetinin pususuna düşmek, devrimci-demokrasi güçleri açısından önemli handikaplara neden olacaktır. Kuşkusuz, devrimci muhalefet, okun sivri ucunu, iktidar kliği ve onun siyasal temsili olan AKP-MHP ortaklığına yönlendirecektir. Ama, sistemin bekası meselesinde kenetlenen CHP-İP-SP- gibi burjuva partiler de, devrimci muhalefetimizden payına düşeni almalıdır… Bu keskin ayrım gözetilmeden, açık ya da kerhen, bu güçlerle geliştirilecek her türlü ilişki devrimci değildir, devrimci muhalefetin ittifak güçlerine ve mücadele süreçlerine zarar verecektir.

Temel perspektif, yerel seçimleri, faşizme karşı sürdürülen mücadelenin bir ayağı haline getirmektir. Bu somut bir süreç olacaktır. Bu somut sürecin ortaya çıkardığı somut politikalar, tüm anti-faşist güçlerle birleşmenin zemini olabileceği gibi, faşizme karşı güçlü bir karşı koyuşunda zemini olacaktır.