Güçsüzlerin Gücü

“Karanlıkta görme”yi başaran bir ufuk genişliği, kendini güncellemeyi başaran bir politik perspektif ve sinyalleri önceden alabilen kollektif bir önderlik inşaasının potansiyel rezervleri hep vardır Hüner, bu rezervlerin işlenebilmesinde ve harekete geçirilebilmesindedir

Erdal EMRE (16-12-2019) Kapitalizmin milyonluk kentlere istifleyerek çaresizliğe, çok boyutlu bir yabancılaşmaya ve giderek intihara sürüklediği insan sayısındaki hızlı artış, muhalif politik öznelerin gündemlerine de yeni ivedilikler ekliyor.

Zenginlerin daha zengin ve daha az, sefillerin ise daha sefil ve daha kalabalık hale gelmeleri, yerküreyi her gün biraz daha mayınlı bir alana çeviriyor.

Toplumsal servetlerin artan ölçüde ve hızda küçük bir oligarşik kastın mülkiyetine geçmesi sınıflı toplumsal bünyedeki yarılmaları derinleştirirken, dünyadaki yangın ve kanama noktalarını da mütemadiyen çoğaltıyor.

Sömürgeci İmparatorluklar tarihinden gelen “ileri” dünya ile esaret altında tutulan yoksul dünya arasındaki uçurum, her bir dünyanın/ülkenin kendi sınıfları arasındaki yarılmalar aynı anda ve birbirine paralel olarak  derinleşmektedir.

Kapitalist sistemin  Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler vb gibi kurumlarınca yayımlanan yoksulluk ve eşitsizlik göstergeleri dahi durumun vehametini görmeye yetiyor:

19. yüzyılın sonlarında en zengin ülkelerin geliri ile en fakir ülkelerin geliri arasında üç kat olan oran farkının 20. yüzyılın ortalarında 15’e, günümüzde ise 46’ya ulaşmış olması,

-26 büyük zenginin serveti 3,8 milyar insanın, yani dünya nüfusunun alt yarısının gelirine eşitlenmesi,

-Yalnızca Shell ve Apple’ın cirosunun toplamda 180 fakir ülkenin bütçesinden daha büyük olması,

-Dünya servetlerinin % 70’ni 3 bin tekelce kontrol ediliyor olması vs vs.

Olgusal gerçeğin resmî istatistiklerden  çok daha ürkütücü olduğu hakikati ise zaten gizlenemiyor artık.

2019 yılı boyunca Fransa’dan Şili’ye, Lübnan’a, Bolivya’dan İran’a uzanan dalga boylarında yaşanan kitle hareketleri, bir şeylerin sürdürülebilir olmaktan çıktığını yeterince gösteriyor.

***

Soru çok: Binlerce yıllık sınıflı toplum tarihinin sonuna mı geldik, yoksa yeni tipte bir sömürü toplumuna, “dijital sömürgecilik ve diktatörlükler” dönemine mi evriliyoruz? Nano ve biyoteknoloji, yapay zeka, genetik ve siborg mühendislik alanlarındaki ilerleme ve çözülmüş sırları tekelinde tutan kapitalist kabileler, insanlığın arta kalanıyla olan mesafeyi nereye kadar açacaklar? Dünyanın en azından bir kesiminde işini-gücünü hızla otomasyona, yüksek teknolojiye kaptırarak “prekarya” haline gelen proletarya, hâlâ ezilen insanlığın yegane çıkış yolu olan Komünizm seçeneğine öncülük edebilecek “en devrimci sınıf” mıdır?

İnsanlığın yarısını oluşturan ve bir diğer yarısına da hayat veren kadınların, işçi sayısını aşan işsizlerin, hızla sefilleşen dünya köylülüğünün, soykırım kurbanı/kurban adayı etnik ve inanç topluluklarının oluşturduğu milyarlar, küçük bir azınlığın yönetimindeki dünya kapitalizminin yarattığı felaketi nasıl tersine çevirecekler?

Benzersiz bir açgözlülükle insana ve doğaya saldıran kapitalist devlet ve tekellerin kamplarının kendi aralarında girişmeleri muhtemel bir küresel kapışmanın ilk iki dünya savaşından hangi farklı sonuçları olacak? …

Peki, mesele “karanlığı görmek değil, karanlıkta görmek”* ise eğer, ne yapmak gerekiyor?

Basitten Başlamak

Uzak ebeveynlerimiz aralarında işbirliği yapmayı beceremeseydiler şayet, bizler de bu günleri göremezdik.  Homo Sapiens’in 2,5 milyon yıl boyunca doğada hazır bulduklarını yiyerek yaşamını ve soyunu sürdürebilmesi -alet yapmasından daha çok- küçük kabile toplulukları halindeki ortak hareketleriyle mümkün olmuştur. İlk ebeveynlerimizin bir ayı ve bizondan daha güçlü olmadıkları halde bugünlere gelmeyi nasıl başardıklarının serüvenini anlamak, günümüzü ve gidiş doğrultumuzu anlamamızı da sağlıyor…

Güçsüzlerin gücü -doğada olduğu kadar toplumda da- birlikte hareket etme kabiliyetinde saklıdır. İşbirliği yeteneğini kullanabilenler yaşamsal gelişimlerini sürdürürken, kullanamayanlar zamanla elenmektedirler. Yerçekimi gibi bir doğa kanunu olmasa bile, bir sınıflı toplum yasasıdır bu. Hele de her hücresinden ihtilaf ve çatışma püsküren ekonomik, politik alanda.

Küçük bir finans oligarşisinin insanlığın ezici çoğunluğunu kafese kapatması da, sonuçta birlikte/örgütlü hareket etmesi sayesinde mümkün olmaktadır. İç çelişkilerinin devrevi aralıklarla çatışmaya dönüşmesi, dipten gelen tehdide karşı sınıf/çıkar dayanışmasıyla hareket etmelerini engellemiyor…

Bu ortak hareket, ideolojik sahada çok daha belirgindir. Tanrı, mülkiyet, eşitsizlikler ve ulusun ebediliğine, kutsallığına dair insanların beynine örülen mitolojik ağların gücü, sözkonusu işbirliği sayesinde mümkün olabilmektedir.

“Otuz-altı çare” olmadığına göre, modern köle, rehine ve hizmetçi çoğunlukların çoklu esaretten kurtulmaları ancak ve ancak ortak hareket kabiliyetine yeni ufuk ve atılımlar kazandırmakla olur.

Büyük kalabalıkların ortak paydalarını eyleme geçirmenin ne menem zor bir iş olduğu malum. Zira, ezilenlerin bizzat kendileri, yüzyıllar boyu yiyip yuttukları dinci, milliyetçi ve devletçi hurafelerin etkisiyle eşitsizlikler dünyasına, modern kapitalizmin maskelenmiş ağır sömürü ve servet gaspına yardım ve yataklık etmektedirler.

“Nasıl Firavunsuz yaşarız?”, “Nasıl tanrısız yaşarız?” demekle “Nasıl devletsiz, şirketsiz ve liberal demokrasisiz yaşarız?” demek arasında özde bir fark yoktur. Mısır’ı üç bin yıl yöneten Firavunlarla, Ortaçağ Avrupa’sını bin yıl yöneten katolik kilisesinin kendi zamanlarının kölelerine, serflerine anlattıkları masallarla, kapitalizmin üç yüzyıldır insanlığa anlattığı modern masalların özü aynıdır.

Bu “basit” tarihsel gerçeğin günümüz köle, serf ve sefillerine kavratılması eylemi, etkilili bir işbirliği olmadan mümkün olmayacaktır. Tarihteki tüm uygarlıklar insanlar arası işbirliği örgüsünün eseri olduğuna göre, “başka bir uygarlık mümkündür” diyen politik öznelerin de -kendilerinden başlayarak- geniş ufuklu, etkin ve yetkin güç birlikleri inşaa etmek zorundadırlar.

Mezra Ufkunu Aşmak

İnsanlığın ve doğanın başına bela olmuş küçük bir azınlık büyük bir hilekârlıkla, karşıtı olan devasa potansiyel gücü atomlara ayrıştırıp birbirine düşürerek kendisi için muhtemel tehlikeleri pekala etkisiz kılabilmektedir. Varlığına yönelebilecek radikal kıpırdanmaları daha embriyon halindeyken iğdiş ve elimine etmenin erbabı sömürgeci/kapitalist bir egemenlikle karşıyayız. Emrindeki özel eğitim kurumları, düşünce kuruluşları, medya endüstrisi benzeri araçların ürettiği/yaydığı ideolojik iksir ve siyaset teorileriyle potansiyel alternatif beyinleri istila edip yozlaştıran bir azınlığın nasıl bir mühendislik aklıyla ayakta kaldığı ortada.

Peki, alternatif olma iddiasındaki özneler hangi karşı akıl ve ufukla, hangi aydın birikimle aşacak bunca kurumsal İdeolojik-politik kuşatmayı?

Bireyin ve toplumların ruh derinliğine kadar enjekte edilen bencilliğin, mikro-kimlikçi saçılmanın, beynini yapay hafızaya devretmeye başlayan tüketim çılgını nesillerdeki zihinsel çölleşmenin etkisi hangi yaratıcı paradigmalarla kırılacak?

Tarihi ve toplumsal gelişiminin yasaları, hiçbir sosyo-ekonomik sömürü ve esaret modelinin “ilelebet payidar” kalamayacağını yeterince teyid ediyor; ama rica/yalvarma ve gönül rızasıyla gitmeyeceklerini de…

Halisane niyetler, ulvi söylevler ne olursa olsun, küçük makam ve mutluluklar içinde kalınarak ne mevcut ve gelecek çaplı saldırıları göğüslemek, ne de alternatif bir kültür ve toplum inşaası hedefinde ciddi mesafeler almak mümkün olacaktır.

“Küçük yeterlilikler” dünyasının muhalif grupçuk ve mikro cemaatleri içinde kalınarak yaşamı sürdürmek de bir tercihtir elbette. Ama, “siyasi ve sosyal devrim”, “alternatif bir dünya” diyenlerin de çıtayı farklı bir açıyla yükseltmeleri de şarttır.

Mezra ve ufak esnaf ufkuyla ya da küçük grup alışkanlıklarıyla büyük toplumsal atılımların başarılamayacağı tarihsel deneylerle sabittir. Ekim devriminden Çin devrimine, Küba devriminden 68 küresel kalkışmasına uzanan hiçbir toplumsal dönüşüm, geniş bir aydın kadronun varlığı olmadan başarılamazdı.

Bu dersin bilinciyle şu söylenebilir: Kent ve köy bencilliğinin kollektif tezahürü olan grupçuluk, kendini ve yeni nesillerin gelişimini aynı anda engelleyen bir çifte açmazdır. Bu ideolojik-siyasi döngüden çıkılmadan, -bırakalım devrim gibi tarihi altüst oluşların önünde  yürümeyi- sanat/edebiyat ve bilim dünyasının muhalif unsurlarını kazanmak ve giderek büyük kitle hareketlerinde başat aktörlerden biri olmak dahi hoş bir rüya olmaktan öteye gidemeyecektir.

Politik grupların varlığı kaçınılmaz, sosyolojik bir olgudur. Ancak grupçu anlayışların ürettiği grup/grupçuk enflasyonu aynı ölçüde kaçınılamaz değildir. İçselleştirilmiş bir iç demokrasiyle üstesinden gelinebilecek sorunların bile kimi zaman örgütsel ayrılıklara, hatta kişi(lik)ler/egolar arası husumetlerin dahi “İdeolojik-siyasi kopuş”lara neden olması kader değildir. Radikal sol saflarda önce ayrılıp sonra “ilkesel, ideolojik” argümanlar üretmek gibi ironik hallerin neredeyse bir kültür haline gelmesine itiraz edilmelidir.

“Karanlıkta görme”yi başaran bir ufuk genişliği, kendini güncellemeyi başaran bir politik perspektif ve sinyalleri önceden alabilen kollektif bir önderlik inşaasının potansiyel rezervleri hep vardır. Hüner, bu rezervlerin işlenebilmesinde ve harekete geçirilebilmesindedir.

Kuşaklar Arası Kopukluğu Gidermek

Yakın geçmişte tanık olduğumuz iki 68’li devrimci figürün cenaze törenindeki manzara düşündürücüydü. Garbis Altınoğlu ve Teslim Töre’yi uğurlamaya gelenlerin hayli ileri yaş ortalaması, kuşaklar arası kopukluğun da resmiydi sanki.

Gelenekselleşen anma, kongre, panel vb toplantıların bileşimindeki manzara da aynı: Numunelik sayıda genç var ya da hiç yok!

“Farklı bir kültür ve gelecek mümkündür” diyen herkesin ortak dramıdır bu durum.

“Bilim cenazeden cenazeye ilerler” diyen Max Planck’ı haklı çıkarmak zorunda değiliz. Yani gerekli, zorunlu paradigma ve zihinsel dönüşümler için – “karanlıkta görmeyi” başaranları tenzih ederek- 68 ve 78 kuşağının son cenaze merasimlerini beklememiz gerekmiyor.

***

Egemenler muhalif kuşaklar arası bağların koparılmasına, en azından zayıflatılmasına özel bir yatırım yaparlar daima. Böylelikle önceki nesillerin deney ve birikimlerini sonrakilere aktamalarının önü kesilmiş olur. Devamlılıklarının güvencesi olarak kendi hafızalarını özenle diri tutan güç sahipleri, alternatif bir hafızanın, direnişçi kuşaklar arası ortak bir kültür mirasının oluşmasını ise her yolla engellemeye çalışırlar.

Bu gerçeğin ayırdında olan aydın birey ve devrimci odakların nesiller arası kopukluğu gidermek, reel ya da yapay güvensizlikleri onarmak gibi ertelenemez bir yükümlülükleri vardır.

Politik-ideolojik öngörüsüzlüklerden minimum düzeyde de olsa sakınmak, bugüne bir on yıl gelecekten bakmayı denemek ve yersiz kan kayıplarını engellemek çok mu imkânsız?

İki milyon yıl önceki avcı-toplayıcı ebeveynlerimiz kadar bir işbirliği ağı yaratmayı beceremezsek şayet, daha cüsseli ve dişleri keskin olanlarca devamlı surette avlanıp toplanmayı da galiba hak etmiş oluruz.

 “Nerede birlik, orada dirlik” olmasa da her zaman, yine de “çam dallarıyla gürler” diyordu eskiler…

* “Entelektüel karanlığı gören değil, karanlıkta görendir.” Ö. İnce