Kimlik

“Bir kente en iyi hizmeti vermek, her şeyden önce o kentin kimliğine, inancına, tarihsel, kültürel kimliğine saygı duymak ve sahip çıkmakla başlar Ve bunu da, kökleri Dersim’in yeraltı sularına ulaşan, 1972’den bu yana soykırım, asimilasyon ve milli baskının her türüne karşı duran; malum tarihsel/trajik bilançonun mimarı bir devlete karşı en köklü itirazı temsil eden ve kuşaklar boyu bunun direnişini sürdüren bir kollektife söyleyebilmek!

“Kimlik, gerçek bir varlığı olmasa da bazı şeyleri açıklamak için başvurmak zorunda olduğumuz bir tür sanal evimizdir.”  (C. Lévy-Strauss)

Zihin dünyamız, sosyo-kültürel yaşamımız bir kimlikler istilasına uğramış gibi. Siyasal alan zaten ölü tanrıların, hayali mesihlerin diriltilmeye çalışıldığı bir mahşer alanından farksız. Ayaklandırılmış bir din, ulus, kurgusal medeniyetler ve mezhep damgalı kimlikler rüzgârıdır yeryüzünü dolanan. Yarı sanal bir kıyamet alametiyle karşı karşıya gibiyiz. En azından görünen veçhesiyle…

Vaktiyle “dört yanımız kan içinde” diyen ozan dünyanın şu haline tanıklık etseydi eğer, muhtemelen şiirine her yanımız kimlik içinde” diye bir ek de yapabilirdi.

Ulusal kimlik”, “kültürel kimlik”, “alt kimlik”, “üst kimlik”, “cinsel kimlik”, “etnik kimlik”, “dini kimlik”, “aşiret kimliği”, “tekil ve kollektif kimlik”, “köy/kent”, “modern/postmodern”…

Tarihsel evrim içinde oluşmuş kimi biyolojik  ve kültürel kimliklere bir de tekil bir öznellik ve yapay zorlamaların neticesinde üretilen kimlikler eklendiğinde, ortalık kimliklerden geçilmez bir hal alıyor.

Kimlik kavramının sözcük yerine kullanıldığı zamanımızın kaotik, yarı moda bakışında, neredeyse her şirket ve kabilenin, her marka ve cemaatin birer “kimlik” olup çıkmaları pekâlâ mümkün hale gelebildi.

“Üryan gelip üryan giden” bir varlığın ara dönemde üzerine giydiği/giydirilen kimlik çokluğu tam anlamıyla şaşkına çeviriyor kendisini. Yazlık ve kışlık elbise takımları gibi üst üste giyilen kimliklerin ağırlığından yürüyemez, yönünü bulamaz hale gelebildi…

Kimlik kavramı, içerdiği pek çok paradoks ve çelişkiye karşın -postmodern “münevverler”in de gayretkeş katkılarıyla- literatürün başat kavramlarından biri olup çıkmıştır. Sorgulamak yerine, “üç kimliğim var hepsiyle de barışığım”, “beş kimliğim var tamamıyla da gül gibi geçiniyorum” diyen okuryazarların sayısı hiç de az değil.

Bu “münevver”lerden etnik, milli ve politik menşeyi birbirinden farklı kimileri, yerel seçim kampanyası vesilesiyle “Dersim’in kimliği” üzerine yeniden konuştular. Ama bu kez daha vurgulu tonlarla… Zira sözkonusu Dersim ve bağrında taşıdığı demokratik, komünal değerler manzumesi olunca ezberler karışıyor, “istisnalar kaideyi” bozuyor. Dersim odaklı tartışmalar, o ülke tarihine -yerel seçim atmosferini çoktan aşarak- bambaşka ufuklar kazandırmayı sürdürüyor. Aleni ve sinsi hasımları, sarsılmaz ve sallantılı dostlarının da katılımıyla…

Her Derde Deva Kimlik!

Bir sözcük olarak kimlik (identity/identité/Identität),

Latince “idem” (aynı, özdeş) kökünden türetilmiştir. Türkçe’de ise zorunlu bir aidiyeti ifade eden kimlik teriminin, “kim” soru kökünden elde edildiği kabul edilir. İki kök (ayniyet ve aidiyet) arasındaki kapsayıcılık veya etimolojik görüş farklarına girmeden konumuza devam edelim.

“Kimlik”, biyoloji, antropoloji, psikoloji ve sosyoloji gibi bilim disiplinlerinden felsefeye, politikaya kadar çok değişik alanlarda ve farklı tarihsel olguları tanımlamada kullanılan bir kavramdır. Kökleri kapitalizmin doğduğu zamanlara dayansa da, daha çok 20. yüzyıl başlarından itibaren  kullanılıyor.

Biyolojinin kullanımında kimlik kavramı, genetik, fizyonomik kimi bilimsel kriterlere bağlanabiliyor. Ancak kavramın felsefi, kültürel ve politik kullanımında tüm birey ve toplulukları bağlayacak mutlak tanımlamalar yapılamıyor. Çünkü kimlik, sonuçta bireysel bir olgudur. Bireyin kimlik oluşumunda, içinde yaşadığı toplumun ekonomik, tarihi, kültürel pek çok davranış kalıbının etkisi vardır. Bireyin toplumsal bir varlık olmasının kaçınılmaz sonucudur bu. Ancak, “toplum” denilen oluşumun kendisi son derece hareketli, bulanık, sosyal sınıflar arası kavga ve geçişgenliklerin bitmediği kaygan bir zemindir. Böyle bir zeminde ümmet, ulus, din, mezhep, sınıf ve her türlü cemaat için yapılan “anonim kimlik” tanımlamaları  sorunludur.

“Kimlik, var olmak için farklılığa gereksinim duyar ve kendi kesinliğini güven altına almak için farklılığı ötekiliğe dönüştürür” diyen görüş, olgusal bir gerçektir. Dışındakilerle olan benzerlik ve ortak yanların iradi, suni zorlamalarla yok sayılması, olguları yok edemiyor. Kimlik aynılığını veya kimlik ayrılığını mutlaklaştıran bakış açıları yalnızca felsefi planda değil, yaşamın kendisi karşısında da oldukça sorunludur.

“Giydirilmiş kimlikler”inden arındırıldığında geriye kalan ise, en yalın haliyle insandır. Çıplak insanı daireler halinde kuşatan “kimlik” çokluğu, onun -tüm biyolojik, sosyal işleyiş farklarına karşın- ortak özelliklerini yok edemiyor.

Tarih karşısında -cins ve ırk gibi biyolojik kimliklerin haricindeki-  “giydirilmiş yapay” sosyokültürel kimlikler, “sanal sığınaklar” olmaktan öte bir anlam taşımazlar. Bireyi ve toplumları çürüten, kendine ve içinde yaşadığı doğaya yabancılaştıran asli sorunları gizlemeye yarayan bir perde olmaktan başka.

“Aah ah! Ne çekiyorsanız kimliksizlikten, kim olduğunuzu bilmemekten, inanç dünyanızı tanımamaktan çekiyorsunuz” diyen kaba indirgemeci bir tarih okuması, kaçınılmaz olarak da Ovacık’ta yeşeren yerel yönetim modelini “Karnını doyurmak dışında bir moral değeri” olmayan “belediye hizmetleri” olarak mahkûm ediyor! Gerekçe; “Bir kente en iyi hizmeti vermek, her şeyden önce o kentin kimliğine, inancına, tarihsel, kültürel kimliğine saygı duymak ve sahip çıkmakla başlar”…Ve bunu da, kökleri Dersim’in yeraltı sularına ulaşan, 1972’den bu yana soykırım, asimilasyon ve milli baskının her türüne karşı duran; malum tarihsel/trajik bilançonun mimarı bir devlete karşı en köklü itirazı temsil eden ve kuşaklar boyu bunun direnişini sürdüren bir kollektife söyleyebilmek! Cüret işi doğrusu…

Dersim’in tarihsel, kültürel rezervlerine referansla da geliştirilen “Söz, yetki, karar Dersim halkına” ilkesine, “alternatif bir tarım üretimi” modeli öngören bir program önerisine “sömürgeci oryantalizmden başka bir şey değildir” [1] diyebilmek, “pes” dedirten bir cüretkârlık örneğidir.

İlginç ve ironik olan da yukarıdaki hezeyanların, “Biz kafalardaki ve sosyal medyanın ahmakça dünyasındaki putları yıkıyoruz. Maçoğlu TİKKO terör örgütünün adayıdır.”[2] diyen neo-ittihadcı bir başka “kimlik” tutkunu okuryazarın, “tutuklayın, ezin” çağrılarıyla çakışmasıydı.

Evet, sol yanından koparılmalı, ezilmeliydi Dersim! Çünkü, dünün “dahili tümör”ü bu kez de “hiç bir milli, dinî kimlik takmadan”,  “Söz, yetki, karar halka” gibi doğrudan demokrasi ve komünizm çağrıştıran melanet şeyler takıyordu toplumun aklına.

Aydın ve Kimlik

Aydın’a dair “etrafını bir mum gibi aydınlatırken, kendini eritmeli”  beklentisi içinde olanlar fena halde aldanıyorlar! Aydın dediğiniz, önce “kim olduğunu” bilmeli. Bilhassa “nerden geldiğini”  iyi bellemeli! Diplomaları ve edindiği entelektüel birikim buna elvermiyorsa, DNA şirketlerine para ve DNA örneği gönderip köklerini ve ecdat şeceresini iyi tanımalı!

Aydın sıfatının başucunda bir de “Türk”, “Kürt”, “Alman”,”Acem” gibi etnik/milli bir sıfat mutlaka bulunmalı. Yoksa Aydın sayılmaz!

“Vatanını da çok sevmeli Aydın! En az Aydınılıkçı “Aydınlar” kadar…

“Ulus” denilen büyük cemaatler de kan dökülerek kurulduğundan, kurucu “ata(lar)’ın becerdikleri soykırımlar ve komşu halklara ait mal-mülk gaspı komplekssiz, “Aydınlık”ca savunulmalıdır!

Her ulusa bir İttihat-terakki, birer de teşkilatı-mahsusa lazımdır ne de olsa!

Başkalarının varlığını kendi varlığına armağan etmek, farklılıklara üniforma giydirmek temel bir “Aydınlanma” şartı olmalıdır!

Vatanını, dilini, dinini, devletini, bayrağını herkesten daha çok sevmeli… Kimliklerden kimlik beğenmeli Aydın…

Aydın dediğiniz, ne yapıp edip bir “kimliğine” uydurup devleti, dini, büyük mülkiyeti, kapitalizmin aman tanımaz egemenliğini kutsamalıdır…

 “Aydın” dediğiniz bir tek Aydın olmamalı!

“Kimlik” aşkıyla maskelenmiş rant, ödül ve ayrıcalık  beklentisi, aydını karanlığın ve yabancılaşmanın diplerine yuvarlıyor. Buna bir de korku, din/devlet/mülkiyet ve kimlik kavgalarının en derindeki nedenlerini kavrayamama cehaleti eklendiğinde, aydının durumu tam bir dram’a dönüşüyor.

Dünyanın hiç olmadığı kadar ürkütücü bir silah deposuna döndüğü, tekel ve kartellerin insanı, doğayı rehin aldıkları bir zamanda dinî, etnik ve cemaat kimliklerine dört elle sarılmak, yetmedi yenilerini yaratmak ve bu yolla da artan toplumsal yıkımın kendisine yüklediği sorumluluktan kaçmak yaygın bir Aydın tutumudur.

Toplumsal serveti zimmetine geçirmekle kalmayıp yeryüzünü cehenneme çeviren, toplumu topyekün bir çözülmenin eşiğine getiren karteller dünyasının bu “Aydınlık” manzaradan nasıl derin bir haz aldığını hatırlatmak bile anlamsız…

Nasıl Çok Kimlikli Olduk

İlk dalga sosyalist deneylerin aldıkları yenilginin yarattığı şaşkınlık, dünya ölçeğinde 1970’lerden itibaren giderek bir umutsuzluğa dönüştü. Berlin duvarının yıkılması, kendisine “küreselleşme”, “globalleşme” gibi takma isimler bulan dünya kapitalizminin sevincini zirveye taşıdı.

“Tanrı, kral ve patrona”a karşı kazanılmış mevziler birer birer kaybedilmişti. Bir “Komünler dünyası düşü”ne gönül veren aydınlar, düşünürler bu umutsuzluk ikliminde adım adım sol safları terk ettiler. Entelektüel, kültürel planda oluşan boşluğu ise tedricen dinler, “giydirilmiş kimlikler”, cemaatler doldurmaya başladı.

Özellikle postmodernizme çok iş düştü:

“Herkes kendi gerçekliği  içinde haklıdır, evrensel doğru yoktur, herkesin kendi doğrusu vardır, toplumun yerini topluluk almıştır, evrensel gerçeklik ve toplum projeleri çökmüştür. Üst bilgi, üst kimlik oluşumları yerine yerellik, çeşitlilik ve heterojenlik benimsenmelidir…” gibi doğru-yanlış, iyi-kötü, haklı-haksız ayırımlarını silikleştiren, en trajik sınıfsal/toplumsal gerçekleri dahi ironi malzemesi yapan postmodernizm, sermayenin dev karteller halinde merkezileşmesine ses çıkarmazken, halklara da, “yerelleşin, ecdadınızın kimliklerini yaşatın, inançlarınıza, cemaatlerinize sahip çıkın, köklerinizi unutmayın…”  türü telkin ve nasihatlerle zihinleri kuşatmaya aldı.

Postmodern düşünce sistemi/sistemsizliği içinde haklı eleştiri ve görüşler yok değil elbette. Her düşünce yöntem ve sisteminin içinde “uygun doğru”lar bulunur. Zaten buna dayanarak inandırıcı olunur ve kapitalizme yapılacak en büyük iyilik de bu sayede yapılır.

Fakat, “çok kimlikli” olmamıza yadsınmaz katkıları olan postmodernizmin de bir düşüşü olacaktır elbet. Kendinden önceki postyapısalcılık gibi…

Çünkü hiçbir hedef şaşırtma, modern komünizmin Marksist ve Anarşist varyantlarını hedef alan hiçbir manipülatif düşmanlık kampanyası kapitalizmin insan ve doğa için nasıl bir felaket olduğunu gizlemeye yetmiyor.

Kimliksiz Bir Dünya

Bilinen sosyokültürel ezilen kimliklerin tamamı, tutarlı burjuva demokratik bir modelde çözüme kavuşabilir. Ancak, sınıfsal sömürü ve toplumsal servetin dağılımındaki eşitsizliklerin kökünden çözülmediği en “demokratik” ülkede dahi “demokrasi” boşlukta sallanıyor demektir. Böyle olmasaydı şayet, Batı toplumlarındaki, örneğin Fransa’daki “Sarı Yelekliler Hareketi” gibi toplumsal kalkışmalar anlaşılmaz hale gelirdi.

Entelektüel enerji ve hayal gücümüzü geriye doğru işleterek “nasıl sağlam ve asil bir kök bulurum” yerine, “giydirilmiş kimlikler” labirentinden çıkıp yalın insan kimliğimizle, içinde bulunduğumuz gezegen ve diğer canlılarla harmoni içinde yaşanacak bir gelecek tasarımı uğruna kullanmak daha iyi değil mi?

Paranın, tanrıların, sultanların, devletlerin, eşsiz başkanların ve kimliklerin müzeye kaldırılacağı özgür, eşitlikçi bir toplumsal gelecek tasavvur etmek çok mu akla aykırı?

***

[1] http://gazetekarinca.com/2019/02/dersimde-dayanismanin-onemi-abdulmelik-s-bekir/

[2] https://gazeteyolculuk.net/aydinlik-ihbarciligi-suruyor-utku-reyhan-hem-ismail-kucukkayayi-hem-macoglunu-hedef-gosterdi