Ölüm üfleyen ıslıklara teneke çalan ‘’çapulculardık’

Doktor’u (Mahir Özgül)  o bahar yeni birliğimde tanıdım, yeni katılan yoldaşlardan biriydi, kocaman mavi gözleriyle muzip muzip bakar, espri yapacak malzeme arardı, hoş sohbet, esprili, konuşkan bir yoldaştı, gerilla alanına ondan  önce gitmiş olmama rağmen alana benden daha hızlı adapte olmuştu, koşulların zorluğu karşısında dirençliydi, askeri ve siyasi kadro olabilme niteliklerini bir arada kendinde toplayabilecek potansiyeli vardı. Halkla kurduğu ilişkide oldukça mütevazı ve samimiydi, gittiğimiz her köyde sevilirdi

HABER MERKEZİ(13.02.2018)-Uzun, yorucu ve yıkıcı bir yolculuğun ardından sonbaharın karlı havası karşılamıştı bizi Dersim’de. 2003 sonbaharıydı, Karadeniz’den yeni dönmüştük. Gittiğimiz alanda bölgede bulunan gerilla güçleriyle zor da olsa bağlantı kurmuş ve barınağa çekilmiş güçlerle bir araya gelmeyi başarmıştık. Savaşı, savaşın yıkıcı sonuçlarını,  kendi hayatınla yanındaki yoldaşının hayatı arasında seni tercih yapmaya zorlayan koşulların olağanüstü zorluklarını konuşacak uzun bir barınak süreci vardı önümüzde. Tüm bu yıkıcı zorlukları neden taşımamız gerektiği bilinci net olmasa zaten orada tutunabilmemiz, kalabilmemiz de mümkün değildi. Emeği özgürleştirmek, insanı, doğayı özgürleştirmek, ekmeği bölüşebilmek içindi her şey. Biz haklıydık ve ayın sonuna kadar elinde ekmekle eve gelemeyen, kirasını, faturalarını ödeyemeyen, geleceğini tehayyül edemeyen bir işçi ya da emekçinin yaşadığı zorluklar bizim koşullarımızın zorluğundan daha az çetin değildi. Dili, tarihi hafızası, kültürü çalınmak, hiçleştirilmek istenen, katliamlarla ehlileştirilmek istenen, tüm bunlara direnirken oğullarını, kızlarını kaybeden Kürt halkının ağrısı, yoldaşlarımızı kaybettiğimizde hissettiğimiz ağrıyla tanışıktı. Ötekileştirilmiş tüm etnik ve inanç kesimlerinin ezilmişliğinde, eşitsizliğinde tanımlamalıydı kendini eğitimde fırsat eşitsizliğiyle hakları gasp edilmek istenen bir öğrenci, yandaş olmadığı için kapatılan gazeteler, tutuklanan gazeteciler, aydınlar, akademisyenler, AKP’li ‘dayısı’ yok diye ataması yapılmayan öğretmenler, işi elinden alınan eğitimciler, Nuriyeler, Semihler… Avrupa’da ırkçılıkla, eğitimde, sağlıkta fırsat eşitsizliğiyle, emperyalist devletlerin bürokrasi kuşatmasıyla, kısaca ekonomik, politik kültürel tüm hak gasplarıyla mücadele etmek zorunda kalan politik sürgünler. KHK’larla OHAL’lerle faşizmin tavan yaptırıldığı o büyük hapishanenin tutsakları olamazdık. Direniş denizini besleyen nehirler gibiydi tüm bu kesimler ve onların dağdaki temsilcileri olan bizler. Biz bu direniş denizinin bir gün kabaracağını, bir avuç emperyalist egemen ve yerli işbirlikçilerini savurup dibine çekeceğini biliyorduk. İşte bu bilinç bizi güçlendiriyor, savaşta sağlamlaştırıyordu.

Yeni bir şekilleniş yaratma, halk savaşı kavrayışını geliştirme, haklı savaşı boyutlandırma-büyütme adına ordu örgütünü kurumsal bir düzeye çekme, geniş kitle faaliyetiyle ulaşılabilecek yoksul köylülerle siyasal-örgütsel bir ilişki kurabilmenin olanaklarını yaratma iddiasıyla gitmiştik Karadeniz’e, savaşmak ve güçlenmek istiyorduk; düşmanı fazla küçümseyen sol subjektik ele alışlar, hızlı başarı beklentisi, küçük burjuva aceleciliği, alana kısmi yabancılık, yetersiz kitle desteği Cemal Keser ve Zeynel Arslan’ın aralarında olduğu bazı yoldaşların kaybedilmesiyle sonuçlanan ciddi kayıplara neden oldu ve istenilen sonuç alınamadı. Dersim’e çekilme kararı alınmıştı.Yarım kalmış görevler vardı, Partinin 1. Kongresinin ideolojik çizgisine inanıyorduk, bu ideolojik çizgiyle tutarlılık gösterecek doğru siyasal, örgütsel ve askeri çizgi bizi güçlendirecek, bizi stratejik hedeflerimize yaklaştıracak ve taktik kazanımlarımızı çoğaltacaktı. Parti tarihinin muhasebesi yapılmıştı, ancak muhasebeyle mahkûm edilen ve partinin bazı tarihi süreçlerine yön veren yanlış ideolojik, siyasal, örgütsel çizgiler bazı eski kadroların nezninde hala kongre çizgisine direnç gösteriyor, varlığını kısmen sürdürüyordu. Barınaktaki iç tartışmalarımız bu gerçeğe uygun olarak seyrediyor, parti içi sınıf mücadelesinin gerekliliğine dönük kavrayışımızı da geliştiriyordu.  Bu kavrayışla okuduk, yazdık, eğitim çalışmalarıyla ve çıkardığımız duvar gazetesiyle bol bol tartıştık, kendimizi pratik faaliyete hazırlamaya çalıştık. Ciddi kayıplar vererek dönmüştük Karadeniz’den, yaşadıklarımızla yaralıydık. Barınakta kış ağır geçti, tüm bu çalışmalarla kaybettiğimiz yoldaşlarımızın açtığı yara da biraz kabuk attı ve sonunda bahar burnunun ucunu göstermeye başladı.

Cemre düşmüştü artık,  güneş toprağı özgürleştirmiş, karlar erimeye başlamıştı. İçimizin karı da erimeye başladı,  umutluyduk, yeni bir faaliyet dönemi başlıyordu. Karadeniz’de yapamadıklarımızı Dersim’de yapabilme ve tekrar Karadeniz’e açılabilme umuduyla barınaktan çıktıktan sonra çok da uzun sürmeyen bir kamp sürecinin ardından faaliyet yürüteceğimiz birliklere dağıtımımız yapıldı.

 Kanın, barutun içinde, kuru ekmeğin, küflü tütünün bölüşüldüğü yoldaşlığın adı:  Doktor yoldaş…

Doktor’u(Mahir Özgül)  o bahar yeni birliğimde tanıdım, yeni katılan yoldaşlardan biriydi, kocaman mavi gözleriyle muzip muzip bakar, espri yapacak malzeme arardı, hoş sohbet, esprili, konuşkan bir yoldaştı, gerilla alanına ondan  önce gitmiş olmama rağmen alana benden daha hızlı adapte olmuştu, koşulların zorluğu karşısında dirençliydi, askeri ve siyasi kadro olabilme niteliklerini bir arada kendinde toplayabilecek potansiyeli vardı. Halkla kurduğu ilişkide oldukça mütevazı ve samimiydi, gittiğimiz her köyde sevilirdi.

Bazen anlaşmazlığa düştüğümüz meselelerde tartışırdık, yoldaşlarına karşı hiç kızgınlık ve öfke biriktirdiğini görmedim. Son noktada sevecenliğini korumayı hep başarırdı.

Doktor yoldaş benim dağ hafızamdı belki de, anı değeri çok yüksek o kadar çok şey paylaştık ki… Kanın, barutun içinde gerçekleşmiş, kuru ekmeği, küflü tütünü bölüşmeyi içeren gerçek bir yoldaşlıktı bizimkisi…

İyi türkü söyleyemezdi, ama o içten ve hisli söylerdi, ondan dinletirdi kendini, birlikte geniş kitle faaliyeti yürüttüğümüz yıllarda girdiğimiz köylerde en çok o konuşurdu, bitmez bir enerjisi ve anlatma isteği vardı. Bilmekle yapmak arasındaki ilişkisinde hep tutarlı davranmıştır.

Arman pususu

Doktor cesurdu, insiyatifliydi, Arman Deresi’nde 6 Temmuz 2005’te Özlem Eker yoldaşı kaybettiğimiz pusuda mermiler Doktor’un elbiselerini delmiş, ama yara almadan pusudan çıkmayı başarmıştı, düşman ateşi karşısında yanındaki kadın yoldaşla anında cevap vermişler, hızla pusu noktasından uzaklaşmayı başarmışlardı. Oraya pusuyu fark etmeden birlik için su almaya gitmişler, çeşmenin üzerine pusu atan düşmanın ilk hedefi olmuşlardı. Ardından düşman bizi de fark etmiş, akşama kadar sürecek bir çatışma başlamış, Dilşad yoldaş(Özlem Eker) çekilmeye çalışırken önce bacağından sonra kasığından aldığı yarayla orada ölümsüzleşmişti.

Ölüme anlam kaybı yaşatan bir derin anlamdı Özlem Eker; ‘’Yoldaşlara selam söyle, onlara başarılar diliyorum, kazanacağımızı biliyorum’’

Doğu Avrupa’dan yüzünü Batı Avrupa’ya dönmek yerine ülkeye dönüp gerillaya gelen Dilşad yoldaşın ölüm karşısındaki soğukkanlı ve korkusuz tavrı da çok öğreticidir. Devrimciliği gerillacılık düzeyinde yapmak isteyen bir devrimcinin ilk ön kabulü ölmek ve öldürmek zorunda kalacağını bilmektir. Okunan partizan romanlar, gerilla yaşamını içeren anı-anlatılar, askeri kitaplar savaşa dönük kavrayışın geliştirilmesinde, yıkıcı sonuçlarına hazırlanmakta faydalı olabilir, ama son noktada savaş savaşın içinde öğrenilir. İnsan karşılaşmadan ölmeye ve öldürmeye hazır olup olmadığının sağlamasını kendisiyle ilişkisinde yapamaz. Dilşat yoldaş o sağlamada kendini doğrulamış yoldaşlarımızdandı. Ölürken bile yanındaki yoldaşının güvenli çekilmesini sağlamaya çalışmıştır.O dönem TKP/ML güçleriyle eylem birliğine dayalı ortak faaliyet yürütülüyordu, Dilşat yaralandığında yanındaki TKP/ML gerillası Emel yoldaş’a; ‘’Sen git yoldaşları bul, ben bu yarayla çekilemem, yoldaşlara selam söyle, onlara başarılar diliyorum, kazanacağımızı biliyorum’’ diyerek onun çekilmesini sağlamıştır. Korkusuz kucaklaştı ölümle, bize başımızı yıldızlara değiren bir onur bırakarak gitti.

Robaik pususu

2 Kasım 2004’te Robaik köyü karşısında TKP/ML güçleriyle düştüğümüz başka bir pusuda TKP/ML gerillası Muharrem Yiğitsoy düşmanın ilk ateşinde yaralanarak ölümsüzleşti. Yine TKP/ML gerillaları Cafer Kara ve Aşkın Günel bacaklarından aldıkları ciddi yaralarla çekilememiş ve açık arazide düşman ateşinin altında kalmış, Doktor yoldaşın da aralarında olduğu bir birimimiz tarafından oradan alınarak daha güvenli bir noktaya taşınmışlardı. Mahir orada da korkusunu susturan cesaretiyle Aşkın ve Cafer yoldaşları düşman ateşinin altından çekmiş çıkarmıştır. Belki de Mahir’le aramdaki sağlam, samimi ve gerçek yoldaşlığın başladığı yer orasıdır. Yaralıları çektikten sonra akademik eğitimini de aldığı için (Sağlık Meslek Yüksekokulu mezunuydu ve laboranttı) hepimizden daha doğru yapacağını düşündüğümüzden ilk müdahaleyi ona bırakmıştık. Aşkın yoldaş her iki dizkapağından yaralanmıştı ve kemik kırıkları vardı, Cafer de her iki bacağından yaralanmıştı, bacağının birindeki yara çok kötüydü ve kaval kemiği parçalanmıştı. Mahir ilk kez bu kadar kötü bir yara görüyordu, sarsıldığı belli oluyordu, ama buna rağmen soğukkanlılığını ve inisiyatifini korudu, Cafer yoldaşa ilk müdahaleyi birlikte yaptık, kanamayı durdurduk ve daha güvenli bir noktaya hep birlikte çekilmeyi başardık.

Düşman, bu pusunun ardından arazideki kan izlerini fark etmiş, yaralılarımızın olduğunu anlamış, uzaklaşamayacağımızı öngörerek tüm geçiş noktalarını tuttuğu çok büyük operasyonlarla çemberi daraltmaya çalışmıştı. Operasyonun içinde yaralı yoldaşları düşmana kaptırmama, onları taşıyarak manevra yapıp düşmanı boşa çıkarmaya çalışma üzerine kurulu bir hareket tarzı izliyorduk. Bizim ilaç, gıda, yakın mıntıkadaki birliğimize ulaşmaya çalışmak ve yaralıları indirebilmek için ilişki bulabilmek vb. nedenlerle gidip yoldaşları yalnız bıraktığımız durumlarda yaralı yoldaşlar iki kez düşmanla burun buruna gelmişler, silah ve el bombaları ellerinde çatışmaya hazır beklemişlerdi. Farkedilmedikleri için temas sağlanmamıştı.

Elimizdeki antibiyotikler, ağrı kesiciler, dezenfektan maddeler ve sargı bezleri bir süre sonra tükendi, düşman araziden çıkmıyordu, sağlık ve gıda malzemesi sınırlı bulabiliyorduk çünkü düşman köy girişlerini tutuyordu. Bulduğumuz sınırlı malzemeyle yoldaşları tedavi etmeye çalışırken sonunda Doktor ve ben de enfeksiyon kaptık, ellerimizde ve yüzümüzde yaralar oluşmaya başladı. Yoldaşların yaraları, operasyonlarda onları taşırken hareket ettirmek zorunda kaldığımız için gazlı kangren oldu. O koşullarda steril olmayan bir ortamda yetersiz ilaç desteğiyle tedavi etmeye çalışmamız da bunda etkili oldu.

Vedalaşma, Aşkın Günel: ‘’Bu defa değil, gel sarılalım’’

Yoldaşların yaralanmalarının üzerinden yaklaşık on gün geçmişti, durumları kötüleşmişti. Düşman araziden hala çıkmıyordu ve biz her gün yeni bir operasyona uyanıyorduk. O gün onları tedavilerinin yapılabileceği güvenli bir alana nihayet gönderebilecektik. Ama sabah kaldığımız noktanın üzerinin düşman tarafından tutulduğunu fark ettik. Seslerini duyabileceğimiz yakınlıktaydılar. Çevreyi denetledikten sonra manevra yapabileceğimiz her yeri tuttuklarını fark ettik. Cafer ve Aşkın’ı kamufle ettik, yanlarına bir tabanca ve bir el bombası bıraktık.

Ben Aşkına, ‘’bir iki saat sonra görüşürüz dedim’’

Aşkın yoldaş: ‘’Bu defa değil, gel sarılalım’’ dedi, bunun o gün o kadar kolay olmayacağının ikimiz de farkındaydık. Yüzünde en ufak bir tedirginlik, korku ifadesi yoktu, yanlarına el bombası ve tabanca bırakarak yüz metre kadar sağ taraflarındaki bir komun içinde beklemeye başladık. Araziyi tarayarak inmezlerse bizi fark etmeme ihtimalleri vardı. Ya da onları fark ederlerse biz oradan müdahale edebilecektik. Ancak beklediğimiz gibi olmadı, tarak şeklinde indiler ve önce bizi fark ettiler, iç içe girmiştik, o noktada Doktor yoldaş silahını ilk kullanan yoldaşlardandı. Düşmana kayıp verdirerek çekilmek zorunda kaldık, yoldaşları alma şansımız kalmamıştı. Biraz uzaklaştıktan sonra iki el tabancayla ateş edildiğini duyduk, bunu bir patlama sesi izledi, aşkın ve Cafer silahlarını kullanmışlar, ölümü direnerek kucaklamışlardı.  Aşkın’ın düşmana savurduğu el bombasıyla bir astsubayın bacağının koptuğunu sonradan öğrendik. Faşist Türk ordusu yine haksız savaş ahlakına uygun davranmış, Aşkın ve Cafer yoldaşların cenazelerine işkence yapmıştı, düşmanın bu aciz ve düşkün tavrını da sonradan öğrendik.

İnsan yaşadıklarının toplamıdır ya, Doktor yoldaş da tüm bu yaşananların ve bu yazıya sığdıramayacağım birçokluğun toplamıdır. O nedenle birlikte faaliyet yürüttüğümüz zamanların biriktirdiği olaylar ve kaybettiğimiz bazı yoldaşlarla bir arada anlatmak istedim onu.  Çok değişik alanlarda farklı görevler alarak kendini devrimci mücadelede gerçekleştirmiş, İnandığı değerlerin temsiliyetinden hiç vazgeçmemiş, bu değerler için hayatını feda ederek kendisi de bir değer haline gelmiştir.

Onun ve kaybettiğimiz tüm yoldaşların komünist anısı önünde,  devrim ve komünizm mücadelesinin tüm ölümsüzler taburunun onurlu anısı önünde saygı ve minnetle eğiliyorum

Yoldaşı…