“Kurtarmak için enginlerin anlamını
Gökyüzünü yere indirdiğinden beri
Ya da silmek için bir damlanın yüzünü
Bir okyanusu kucağına bastığından beri
Ve bıçak sırtı bir dönem uğruna
Bütün zamanı omuzlarına aldığından beri
Adın bir açelyadır artık senin
Koynuna ölüm düşürülen bütün topraklarda”
Ilgıt ılgıt kekik kokusu yayılıyor ormanın otlarla birleştiği yerlere. Kara toprağın diplerinden çağlayan bir karınca sürüsü fışkırıyor oturduğumuz yere. Yanlış yerde konaklamışız belli. Sağa sola koşuşturuyor kırmızı küçük başlı karıncalar. Sen yürüyüş kolunun sonlarındasın, gelip manzarayı görünce küçük bir zılgıt çekiyorsun bize. O kadar yorgunuz ki kalkıp yer değiştirmeye mecalimiz yok, ama senin hassasiyetinin de farkında herkes. Yoldaşlardan biri;
– “Lori yoldaş. Ezmedik ki karıncaları, yuvalarının yanında oturmuşuz” diyor.
Sen de;
– “Ezmemişsiniz ama yollarını kesmişsiniz” diyorsun karşılık olarak
Ve hepimiz bu sözün “kalk” komutu olduğunu anlayarak, kaderimize teslim uslu uslu oturduğumuz yerden zoraki de olsa doğruluyoruz. Başka bir yoldaşta sana takılıyor kalktığı yerden;
– “Karıncaların yolunu mu kesmek, tövbe eşkiyamıyız biz. Baksana yoldaş onlar benim üstüme çıkmış” diye şikayetleniyor.
Küçük bir isyan eşliğinde gülüşmeler oluyor bu kısa süreli devinimde. Sonra uygun bir yer bulup seriliyor herkes. Sesler yerini sakinliğe bırakıyor usulca. Güneş batmaya yakın, yavaş yavaş kayboluyor dağların arasında. Uzak köylerden gelen köpek sesleri bozuyor sadece bu uyumu. Her yoldaşın kafasında aynı düşünce. Yol uzun… Dinlenme faslını çok uzatmadan hareket etmek gerek tekrar…
İlk zamanlar daha hallice homurdanmalarla karşılaşsan da artık bu durum senin gerilla yaşamında tüm canlılar için kazandığın bir mevzi. Aslında asgari bir duyarlılık var güçte, ama sana kalsa yeterli değil. Hep daha ilerisi, daha fazlası ve daha iyisi olmak zorunda ve olmalı da. Bu nedenle sen bizim için bir ölçüsün. Yoldaşlığında ve doğaya yaklaşımında… Zaten senin için bu bir sorun da değil. Daha fazlasını yapmak daha ilerisini örgütlemek için uğraş vermek devrim mücadelesinin gereklilikleri arasında. “Yetme”nin bile bir aşamadan sonra yetememezlik olduğunu, daha canla başla sorumlulukları yüklenmenin ve hedef olandan da ötesini adımlamanın farkında olarak, savaşta konumlanışın, bu gereksinimin farkında olmakla alakalı bir sonuç.
Bundandır ki sen minicik bir karıncanın yaşam hakkından tutup, yükümüzü taşımakta bize ortaklık etmek zorunda kalan atlarımıza kadar doğadaki tüm canlıların yaşam hakkını savunmaktan bir kere olsun geri adım atmadın. Her koşulda ve en zorlu anlarda bile bu senin en kalın çizgilerinden biriydi. İnsan dışında bir canlıyı sevmeyi öğrenememiş, belki onu bile yarım yamalak başaran bizlere bir kelebeğin kanat çırpışındaki hayatı, depolarımıza dadanan ayıları, çok korktuğun halde yılanları tanımayı, yaşamlarına saygı duymayı öğrettin.
Kilit kelime buydu senin için; saygı duymak. Eğer saygı duymayı öğrenebilirsek muhakkak ki sevmeyi de öğrenebilirdik. Dünyanın her bir köşesini zorla parsellemiş insan dışında, dünyanın her bir köşesinde hakları olan diğer tüm canlılara saygı duymak ve senin kadar olamasa da zamanla sevmeyi de öğrenmek.
Bir defasında kışın zemherisinde, yavrularıyla beraber aç kaldığı için karın üstünde oradan oraya koşturan ve ağıt yakar gibi inleyen tilkiyi gelip içeride anlatırken gözlerin dolmuştu. Bir anne tilkinin çaresizliğine mi yoksa yavruların aç kalan midelerindeki sızıya mı üzülmüştün? Hangisi daha yakıcı gelmişti sana? Peşine yavrularını takmış açlığa bağıran o tilkiye yardım edemediğine içlenmiş, ne yapabiliriz, nasıl yapabiliriz diye sormuştun yoldaşlara. O gün elimizden bir şey gelmedi, güvenlik sorunu olurdu onlara ulaşmak. Tilki yavrularını kurtarabildi mi bunu da bilemedik, ama ısrarla bunu istedin, biliyorum. Onların yaşamasını istedin, gözün hep dışarıda, gelen giden nöbetçilere sordun gün boyu, “sesleri geliyor mu”ydu tilkilerin diye. İnsan nasıl bu kadar duyarlı olur diye düşünmüştüm sana bakınca. İnsanın insana verdiği değeri ayrımsız diğer canlılarla paylaşmak biraz da meziyet işiydi oysaki. Ama sen zaten farklıydın bunu biliyordum, yabancılaşmanın en zor koşullarda dahi seni tutsak ettiğini hiç görmedim. Yoksa nasıl olurdu yaşam, sade insanlı, sadece insanlar için.
Aynı gün bir yolculuğa çıktık seninle. Düşler ardına gizlenmiş bir yol değildi bu yol. Bilinçli bir hareketin özgür istemle buluşmasıydı yan yana gelmemize vesile olan şey. İçimizdeki derin heyecan ve merak duygusunun neredeyse altında ezilecekken selamlamıştık birbirimizi.
Birlikte aynı yola adım atacağımızdan habersizdik henüz ve çıkacağımız yolun bizi ne derece yakınlaştıracağından da. Bütün isteğimiz sorunsuz, sıkıntısız birliğimize varmaktı. O kadar amaca kilitlenmiştik ki yarım saat geçtikten sonra ismimi sormuştun bana. Seni o yolculukta uyandıran şey neydi bilmiyorum ama, ben sorduğun soru karşısında afallamış sivildeki adımımı sana söylemiştim. Küçük bir gülümseme ilişmişti dudağının kenarına. Yaptığım hatanın farkında olarak bende sana sormuştum aynı soruyu. Cevabın çok netti:
– “Daha karar vermedim.”
Bu cevap bana yoldaşlığımızın ilk armağanıydı. Ancak o an anlayabilmiştim aynı başlangıç için yan yana durduğumuzu. Bir anda var olan kaygılarım buzun suda çözülmesi gibi inanılmaz bir uyumla dağılıp gitmişti. Hayatımda ilk defa karşılaştığım bu yüzün yanına yoldaş sıfatı eklenince olabilecek tüm olumsuzluklar tükenmiş gibi gelmişti bana. Ya da sorunları ve sorumlulukları iki yoldaş paylaşmanın yarattığı hafifleme duygusu da olabilir bu durum. Hala tam tanımlayamıyorum o anı. Fakat şurası kesindi ki dayanak olmuştun bana o gerilimlerin içinde ve güç katmıştın.
İsminin kararını ise sonraki konuşmalarımızdan anlattığın üzere yoldaşlara bırakmıştın. “Lori” ya da “Omedya”, ikisinden biri olacaktı ismin. Ama son kararı yoldaşlara danışarak almak istediğini söylemiştin…
Her yoldaşın yolculuk hikayesi farklıdır elbet. Nasıl ve nereden geldiğinin hikayeleri de değişir her seferinde. Bırakıp geldiği yaşama özlem duyan da olur, tamamen o yaşama sırt çeviren de. Karşılacağı zorluklarla baş etme kaygısı güden de olur, bunları merak edip hızlıca yaşmak isteyen de. Bazı yoldaşlar çok hızlı bütünleşir gerilla yaşamıyla, bazısının da parçalı olur bu durum. Bazısı tüm benliğini katarak işe koyulur, bazısı az az ve zamana yayarak yapar katılım işini. Bazısı tutkuyla yapar işini, bazısı görev gibi. Mücadelenin tüm alanları içinde neredeyse evrensel bir hal almıştır bu durum. Mesele İbrahim yoldaşın da dediği gibi o okyanusa tüm benliğimizle atılıp atılmama sorunudur. Öyle ya da böyle bir aşamadan sonra ortak bir ruh, ortak bir dil mutlaka çıkar ortaya. O süreçleri birlikte aşmanın, mücadeleyi beraber örmenin ve kolektif ruhun yarattığı itici iradeyle bir şeyleri değiştirmenin sağladığı moral ve motivasyon yoldaşlaşma biçimine de etki eder. Kuvvetlendirir ve derinlemesine geliştirir.
Ve sen böylesi zamanların esas öznelerinden biri haline gelenler içindesin. Koşulsuz katılımın, gerilla mücadelesine olan inancın, istekle görevlerde yer alman senin devrimci mücadele ile arandaki sonsuz birlikteliğini anlatır bize. Yoldaşlarının her şeyi olursun sen. Kolu, kanadı, yüreği olursun. Üzüntünün çözdüğü gülüş olursun, gülüşleri çoğaltan bir açelya.
Ve bir de hayvanları sevmeyi öğretirsin yoldaşlarına, bir dağı insan gibi görmeyi ya da.
***
Ve sonrası Bokır Dağının yücesine uzanmak kalır düşlerimizdeki senle. Hiç dilinden düşürmediğin o alnı bulutlara değen görkemli dağda yıkarız ruhumuzu, sularından geçeriz yalın ayak. Her adımımızda senin bu mekanda değişen iklimini, ruhunda yarattığı heyecanı tanımlamaya çalışarak ve sen gibi Bokır dağının kalbine dokunarak yürümeye çalışırız. Ağaçların gövdesine, dalların yaprağına, otların tomurcuğuna, toprağın sırtına dokunarak adım adım sürdürürüz yolumuzu. Sen bu yüce dağın anlında her sabah güneşi yudum yudum içmek istediğini bize anlattıktan çok sonra sensiz kalan, sesinden ve gülüşünden mahrum bırakılan Bokır Dağına selamını götürmek için yola düşeriz.
Dağda dağdır diyor şair. Dağda dağ… Bazen tek bir sözün bütünü tanımlayabilecek kabiliyete erişebileceğini bildiğimizden, fakat buna rağmen özel tanımlarında kifayetine olan saygımızdan senin gözlerinden bakıyoruz dağın yüceleşmiş haline.
Bokır Dağı, yaşamının en zorlu ama en güzel günlerini geçirdiğin o küçük köyde dört mevsim seni gölgesinde büyüten, her sabah taramak için deniz dalgası saçlarına uzanan ellerden doğan sevgiyi ve direnci tanık sıfatıyla gözlemiş mekanın adıdır. Bir kadının iradesini, korumasını ve yaşatmasını belleğine kazımış, zorluklar karşısında direnmenin tek kişilik halini de görmüştür Bokır dağı. Her gece yatmadan önce size anlatılan masalların anlatıcısı kadından almıştır ilhamını. Kuraklığın içinden ayıklanmış umut gibidir dağın gördükleri. Bokır dağının geçmişi eskidir. Her defasında yeni bir hikayeyle uyanmıştır tarihini işlemeye. Nehri büyüten dereler gibidir bu hikayeler. Onlar olmadan kuruyan bir sudur geride kalan. O, diğer dağlara benzemez. Kendini anlatmadan önce başka anlatılardan derler yaşamı, kendini yaratanlardan kimlik edinir… Yüceliği budur dağın. Kimliği onu yaratan kişilerin eylemlerinde tomurcuğa döner, bu dağın soluğu rüzgara benzer. Eğer rüzgar yoksa dağ zaten ölür…
Şimdi Çocuk Eylem’den gerilla Lori’ye uzanan o uzun yolculukta seni bir an olsun yalnız bırakmayan bu yüce dağ, mücadeleni işliyor sayfalarına. İçindeki öz’le beraber damıta damıta bildiklerini öğretiyor dağların bilgeliğine inananlara. Bir panteona dönüşüyor Bokır dağı. İnsan silüeti altında kutsal bir mekana dönüşüyor yani. Yaşamın başlangıcı ve sonu oluyor senin için. Daha doğrusu sen öyle istiyorsun. Künyende son kalan harfleri Bokır ismiyle doldurmak, sımsıkı sarıldığın dağın kalbine “Beni Bokır Dağına gömün” diyerek ayrılığın simgelediği tüm ihtimalleri yok sayıyorsun:
“Sizi oradan, o dağın sırtından sürekli gözetleyeceğim. Geçtiğinizde yanıma uğrayıp selam vereceksiniz bana. Devrim olduğunda sevincinizi, mutluluğunuzu ilk paylaşacaklar arasında olacağım. Bokır Dağı tüm sesleri duyabilecek büyüklükte”
***
Karşılaştığımız o gün, yolculuğumuzun ilk günü yani, senin de dediğin gibi bizim manevi doğumumuzdur. Kendimizi yeni baştan tanımladığımız, kendimize doğru sözler verdiğimiz zaman. Her sene usanmadan, hatta ilk sene ay ay hesap ettiğimiz doğum günümüzün bir senesi daha gelip geçti. Senden sonra yılları hesaplamayı bıraksam da, ilk günümüzü her sene aynı duyguyla karşılamayı hiçbir zaman ihmal etmedim.
“İyi ki doğdun” demeliyim sana buradan, sesindeki kutlu tınının heyecanı doluyor kulaklarıma. ‘Kutlarım’ diyen sesinin umuda, yoldaşlığa dokunan o berrak yansısı.
Bizi bir araya getiren, gölgesindeki sofrada bize de yer gösteren eşsiz güce de selam ederim. Bize gerçek sevmeyi öğreten ve çıkarsız güvenmeyi öğreten o çınara… Partimize. Yoksa nasıl olurdu ki bir başka biçimde yaşam. Başka yerlerde gölgesiz, bulutsuz yaşamak. Yoldaşsız büyümek, onsuz tanımlamak hayatı. Olurdu mutlaka, ama eksik, ama öyle yaşanmış varsayarak.
Bu hikaye hiç bitmedi biliyorsun. Seninle ve sizinle devam ediyor yazılmaya. Bizde içinden geçiyoruz sadece, kapılarından giriyoruz içeri. Her kapı bir pratik, her kapı sevinciyle, umuduyla, üzüntüsüyle, inancıyla bizi birbirimize kenetleyen devrimci yaşamanın özüne açılıyor.
Yoldaşlarımıza ve tarihimize… Sen o kapıların eşiğinde bütün özverinle, bütün katışıksız ikliminle ve o duru, dupduru vicdanınla bekliyorsun. Direngen ve dayanıklısın her zamanki gibi. Askeri olarak yetkinleşmiş, ideolojik olarak yetkinleşen ve Partinin yoldaşlık tanımını en üst basamaktan sürdürmeyi ve onu yaşatmayı yerine getirmiş bir yoldaş olarak bekliyorsun…
Şimdi son olarak küçücük bir hayal kuruyorum kendim için. Hiçbir şey uzağımda değil hala. Soluğumun kıyısında, her nefes alıp verdiğimde bu maneviyatın ferahlatan esintisiyle irkiliyorum. Bugün manevi doğum günümüz ve yine ilk hatırlayan sessin. Katılım yaptığımız yerdeyiz, uzunca bir dere geçiyor üstümüzden. Taşa değen su seslerini işitiyoruz ve kuşların ıslıklarını. Sen yanıma gelip sımsıkı sarılıyorsun bana. Biraz buğusu oluyor gözlerimizin. Anımsamanın ve yeniden yaratmanın başındayız hala.
Başım omuzunda, meşe ağaçlarının rüzgarda salınışını izliyoruz birlikte. Bu sefer ilk defa seni zorlamadan kendi istediğinle bir şeyler mırıldanıyorsun. Kafana o çok sevdiğin ana fatma çiçeklerinden sarı bir taç yapıp takmış yoldaşlar ve sen sürekli onu düzeltmeye çalışıyorsun, gülüyoruz. Yaşam hep öyle sürsün istiyorum. Hep sürsün…
Ayaklanıyorsun birden göreve gitmen gerek. Çantan hazır, silahını alıyorsun omuzuna. Biraz daha kal diyemiyorum sana. Çok istediğimiz halde hiçbirimiz biraz daha kal diyemiyoruz birbirimize. Görevlerimiz var, ondan arta kalan zamanlarda yan yana olacağız mutlaka. Tekrardan sarılmalar, tokalaşmalar. Vedalaşmaların alışkanlığını bildiğimiz halde, vedalaşmalar sırasında bozulan o tuhaf mekanizma. Gittikçe daha zorlaşıyor sanki, ağırlaşıyor zaman.
Art arda dizilmişsiniz, bahar otlarının kapattığı patikayı takip ediyorsunuz. Ardınızdan tuhaf bir sessizlik çöküyor olduğumuz yere. Bakmak, uzunca bakmak kalıyor bize. Son yoldaşta gözden kaybolduğunda dönüyoruz tekrardan oturduğumuz yere. Tam o sırada birinizin sesi duyuluyor. Net ve gür bir tonda:
– “Sonbaharda görüşürüz yoldaşlar”.
Gökkubbe de bir ışık yansıması, içi rahatlatan bir ezgi belki. Hep beraber karşılık veriyoruz.
– “Sonbaharda görüşürüz” …