Zafer Yılmaz (04-11-2014) Kadim rivayetlerin dediği odur ki, ‘efsaneler silsilesi’ ve ‘insanoğlunun belleğidir,’ Kafkasya.
Ateşi çaldığı gerekçesiyle, Prometeus’u burada zincire vurmuştur Vulcain.
Devler tarafından kovulunca yurdundan, soluğu buradaki ulu dağlarda almıştır Cronos. Çoban Kaukassos’u burada öldürmüştür üstelik, keskin bir orak darbesiyle.
Rivayetlere göre, Cronos’un kıydığı o çobandan, cinai bir hatıradan almıştır adını bu dağlar…
Antik Yunan’da ‘Doğu’nun öbür ucu’ diye tariflenen Medeia’nın sevgili yurdu Kolkis de burada mukimdir bir zamanlar. İleride başına gelecek onulmaz felaketleri, ‘Bu güne kadar ne yaptımsa, sevda işiydi derim hepsine… Medeia’yım ben şimdi… Acıdır benim özümü özüm yapan,’ diyerek savuşturacak kadar yürekli olan o efsane kadının sevgili yurdu yani. Medeia’nın gönlünü aşkla çelen İason ve beraberindeki Argonotlar, burada ele geçirmişlerdir Altın Post’u. Gündüzlerin yakıcı güneşi, gecelerin serin ayışığı altında süren çetin bir yolculuktan sonra götürebilmişlerdir nihayet, taht vadeden Altın Post’u ülkeleri Korintos’a… Aynı rivayetlere bakılacak olursa, ‘Avrupa’ adı bile, Kafkasyalı bir prens tarafından armağan edilmiştir koca bir kıtaya.
Daha neler olmuştur, neler…
Söylencelere, masallara, efsanelere boğulmuştur bu topraklar.
Bu yüzdendir ki, ‘ilk başta Kafkasya vardı,’ diye başlar söze eski anlatılar; ve ‘insanlığın belleği’ diye tanımlanır bu coğrafya kısaca.
*** *** ***
Artık adları bile neredeyse zor anımsanan Çerkeslere, Abhazlara, Ubihlere, Adigelere, Terekemelere de yurt olmuştur bu topraklar.
Yüzyıllar boyunca, herkes ondan bir şeyler almış ve ona bir şeyler katmıştır kendinden. Rüzgarla yarışan yağız atların, karyaditleri kıskandıran güzel kadınların, şen şakrak müziğin, hayranlık uyandıran dansların, neredeyse köyden köye değişen dil ve kültür ikliminin; ille de mavi gökyüzünü yırtan, çiçeklerle süslenmiş görkemli dağların, o dağlarda maviliklere kanat çırpan kartalların, büyülü destanların, efsunlu söylencelerin, masalların yurdu diye anılmıştır bu topraklar…
Ateşi kutsal, suyu, toprağı ve güneşi aziz bilmiştir buralarda yaşayanlar.
Düşküne el vermek, zorbaya başkaldırmak erdemlerin hası bellenmiştir hep.
Kendi yağıyla kavrulan, saf, temiz, dağlı bir yaşamdır burada süren aslında. Kimseye zararı dokunmamıştır burayı yurt belleyenlerin; kimseden zarar gelsin istememişlerdir bu yüzden.
Ama olmamıştır yine de…
Gün gelmiş, uzun kış gecelerine heyecan katan masalların korkutucu kahramanları olan o Tepegözler, o Kaftar Küsküler, bir dudağı yerde, biri gökte dolaşan o tuhaf devler sahicileşmiş sanki, işgal orduları donuna bürünüp dikilivermiş karşılarına. El koymuş Kafkas halklarının yurduna, yuvasına.
Bu da yetmemiş, ‘Gideceksiniz buralardan’ demişler. ‘Terk edeceksiniz bu toprakları…’
Bundan sonradır ki, sürgün ve ölüm, uğursuz bir lanet, amansız bir düşman olup yapışmıştır bu topraklarda yaşayanların yakalarına.
Kimi kaynaklar bir milyon, kimileriyse bir buçuk milyon insanın sürgün yollarına düştüğünü anlatır olmuştur sonraları.
Taa 1820’lerde başlayan sürgün, 1864’lerde büyük bir ivme kazanmış, 1920’lere kadar devam etmiştir kesintisizce.
Karadeniz’i kullanmışlardır daha çok, hedeflerine ulaşmak için sürgünler.
Kırık dökük takalardan ibaret sayılmıştır ulaşım araçları.
Sürgünün bir kolu dağlara vurmuştur yönünü mecburen; çıplak beden, yalın ayakla üstelik. Salgın hastalıklar, çerik-çürük takaları kolayca yutan Karadeniz’in soğuk suları almıştır aralarından on binleri.
Açlık bir başka bela olup kast etmiştir ömürlerine.
Eğer karada iseler hala, ölen canlarını oracıkta gömüvermişlerdir toprağa. Olur da bir gün dönerlerse, terk edilen yurda uzanan yolun nişanesi saymışlardır sevdiklerinin mezarlarını.
O kadar çok ölmüşler ki, Karadeniz’in kıyıları onların kemikleriyle dolup taşmıştır bir zaman boyunca.
Denizde balıklar, karada kuzgunlar, akbabalar bolca beslenip semirmiştir ölülerinin etleriyle. Kuşlar yuvalarını onların saçlarından, sakallarından yapmıştır yıllarca.
Küsmüşlerdir bu yüzden cümle balıklara, hayatta kalabilenleri. Her şey, denizin soğuk sularına karışan ölülerini anımsatmıştır onlara.
Yakınlarından bile geçmemişlerdir bir daha kuş yuvalarının.
Sürgün, gözlerine sinmiş kapkara bir keder, iç dünyalarına yerleşmiş onulmaz bir sızı olarak kalmıştır ömürleri boyunca…
*** *** ***
Denilmiştir ki, her sürgün bir yitimdir aynı zamanda; bir yok oluş, bir köksüzleşme…
Yine denilmiştir ki; bir boyun eğiş, çaresiz bir diz çöküş, yürek burkan bir feryad ve arkada bırakılana yakılmış bir ağıttır sürgün…
Çürümeye başlayan güne, özlemle anılan geçmişe, hatıraya, yitirilmiş olana yakılmış içli, hüzünlü bir ağıt…
“Bir insanı sürgüne gönderdiniz. Tamam. Ya sonra?” diye sormuştur, sürgün denen zalimliği düşünürken Victor Hugo.
Sorusunu yine kendisi yanıtlamıştır en iyimser haliyle: “Bir ağacı köklerinden ayırabilirsiniz, ama gündüzü gökyüzünden koparamazsınız. Yarın yine güneş doğacak!”
Çarlık Rusyası’nın zulmü, Osmanlı’nın ikiyüzlülüğü, dönemin özelliklerini kavramayan, engin bir bakış açısından yoksun oluşları nediyle sadece yurtlarını kaybetmekle kalmamışlardır onlar; bir de açıktan telef edilmişlerdir sürgün yollarında.
Ülkelerinden, köklerinden zorla koparılıp yabancısı oldukları çöllere kadar sürülmüşlerdir nihayetinde. Ama yine de yüreklerindeki Kafkasya sevgisi sökülüp atılamamıştır kuşaklar boyu.
Bu büyük yıkımın ardından, zaman zaman rahat yüzü görse de, bir daha kaderi hiç değişmemiştir bu güzel toprakların. Savaşlar, işgaller, kıyımlar, sürgünler yakasından hiç düşmemiştir Kafkas halklarının.
Bu nedenle olsa gerek, 1800’lerde başlayan Rus istilasını, ‘Uygarlığın barbarlık tarihindeki en trajik bölümü’ olarak tanımlamıştır Jean Carol.
- Engels’e yazdığı 7 Haziran 1864 tarihli mektubunda, ‘Bana göre, şu iki mesele, Polanya ayaklanmasının bastırılması ve Kafkasya’nın işgali; 1815’ten bu yana Avrupa’da yaşanan en önemli iki olaydır,’ demiştir Karl Marks.
*** *** ***
Çarlık Rusyası tarafından Kafkasya’nın işgali sonrasında büyük bir çaresizlik yaşamıştır bura halkları. Karşılarında, astığı astık, kestiği kestik zalim bir despotun silahlı güçleri vardır. Dağları, dağlardaki aulları, kasabaları, kentleri kuşatılmıştır bu despotun silahlı orduları tarafından. Sınırlı imkanlarıyla ve neredeyse bir yüzyıl boyunca, yine de direnmiştir bu saldırganlığa karşı Kafkas halkları. Yorgun düşmüştür sonunda ama. Bir sığınak, bir soluklanma alanı, bir destek aramışlardır umarsızca.
‘Dağların öte yanı’ dedikleri bir yerde, Osmanlı İmparatorluğu vardır o zamanlar. ‘Dost’, ‘kardeş’ ve ‘dindaş’ bilmişlerdir onu hep. Ondan medet umar oluşları bundandır zaten. Yaşayacakları yeni felaketlerden habersiz, ona sığınmaya karar vermişlerdir sonunda. Antlaşmalar yapılmış, kapıları açılmıştır ‘kurtarıcı’ Osmanlı’nın.
Nasıl bir oyuna kurban edileceklerinden habersiz, onun himayesinde ‘gün yüzü’ görecek olmuştur güya, bu yorgun halk.
Umutla düşmüştür sürgün yollarına.
Onbinlerini, yüzbinlerini kaybetmeleri yetmezmiş gibi, bir kısmı soluğu taa Filistin’de, Ürdün’de almıştır ne yazık ki. Bunun nasıl bir felaket olduğunu fark etmiş, umut bağladıkları ‘kurtarıcı’larına ilişkin gerçekleri anlamaya başlamışlardır kısa sürede. Ama çok geç olmuştur artık.
Anadolu topraklarında kalabilenlerin bahtına, imparatorluğun sürekli savaş halindeki ordularına ‘taze kan’ olmak düşmüştür. En civanları, ellerine tutuşturulan silahlarla, ön saflarda sürülmüşlerdir kanlı cephelere.
Bilmedikleri topraklarda, kendileri için olmayan savaşlarda; çürüyen, kokuşan, yıkılmaya yüz tutan bir imparatorluğun ömrünü uzatma adına kurban edilmişlerdir bu kez de.
Karyaditleri kıskandıran güzellikteki kızlarının, bir ‘zevk çukuru’ olan padişah haremine alınışını kahredici bir çaresizlikle izlemek zorunda kalmışlardır üstelik.
Sonraki yıllarda, soydaşları Ethem’le yaşadıkları kavgayı bahane eden dönemin muktedirleri tarafından etnik adlarının önüne ‘ihanetçi’ sıfatının nasıl eklendiğine de tanıklık etmişlerdir hüzünle.
Saldırgan bir zalimle tutuştukları amansız ve eşitsiz kavgada, bir başka zalime güvenmenin- sığınmanın bedelini çok ağır şekilde ödemiştir Kafkas halkları.
Bakmayın siz, bu gün hiçbir şey olmamış gibi davranılmasına.
Bir daha asla dönememişlerdir, kovuldukları o masalsı yurtlarına. İçlerini kavuran ateş hiç sönmemiştir bir daha…
Bir halkın iki yüz yıla yayılan öz savunusu ve meşru özgürlük arayışı, bir yanda saldırgan Rus despotizmi, öte yanda sözümona ‘dost’ bellenen Osmanlı’nın türlü hesaplarıyla tam bir trajediye dönüştürülmüştür zaman içinde.
Hala çözülmemiştir bu sorun, hesabı görülememiştir henüz ve öylece durmaktadır insanlığın önünde…
*** *** ***
Ne demişti eski rivayetler?
‘İnsanoğlunun belleğidir Kafkasya!’