“Misliyle” Ahmaklık

hoErdal Emre (22-02-2016) Türk egemen aklı dört bir yana diklenip, -rasyonel bir nedene dayansın dayanmasın- düşman algıladığı herkese “misliyle karşılık verme” tehdidiyle sorunları çözeceğini sanıyor.

Tarihi tersten okumayı tercih ederek ‘kimse benim gücümü test etmeye kalkmasın yoksa misliyle döverim ha!’ diyerek trajedisini komediye dönüştürüyor. Gayet anlaşılır tarihsel, politik ve psikolojik sebepleri vardır tüm bu davranış bozukluklarının.

Osmanlı’dan Kemalist cumhuriyete Türk devlet aklı”vatan haini” ve “iç düşman” üretiminde pek başarılı olmuştur. Başlangıçta “tebam, dindaşlarım, yurttaşlarım” dediği bu “iç düşmanlar”ı bildik bahanelerle ya boğazlayarak ya da tehcir ederek mülklerine el koymada çok daha mahir oluştur. Zira işlediği her suç yanına kâr kalmıştır. Ne Abdülhamit ne İttihat Terakki ne de Kemalist cumhuriyet dönemi boyunca işlenen tekil ve kolektif cinayetlerin, pogrom ve soykırımların hesabı sorulamamıştı. Hal böyle olunca Türk-İslam sentezci devlet aklı, tedricen bir özgüven kazanmış oldu. Elbette bu özgüven sürekli bir “bölünme”, “iç düşman”paranoyası ve kabarık bir suç sicilinin tedirginliğiyle içiçe geçmiş hastalıklı bir özgüvendi. Ama yine de bir özgüvendi ve de hâlâ işe yarıyordu. ‘Yaptık da ne oldu, gerekirse bir daha yaparız’a referans oluyordu.

Bölünme Korkusu ve Saldırganlık

Geçen yüzyılın başlarında bir osmanlı yöneticisi şöyle diyor: “Bir fesad coşmuştur gidiyor. Girit gitti, Trablusgarp gidiyor, Türkiya gidiyor, İslamiyet gidiyor…” “Bu hafta haritaya baktım. Çoğu gitti azı kaldı. Bu da gidecek an karîb”. * “Gitti, gidiyor” denilen gasp malı bölge ve ülkeler ya rakip imparatorluklara kaptırılmış ya da asıl sahiplerine geri dönmüştür.

Dönemin Osmanlı ve -devamında- cumhuriyetin yönetici kadrolarında kronik bir travmaya dönüşen korkunun tarihsel planda anlaşılır bir yanı vardı… Gasp ve fetihlerle büyüyerek zamanının bir süper gücüne dönüşen koca bir cihan imparatorluğu, küçüle küçüle bugünkü ‘misakı milli’ sınırları içine çekilmek zorunda kalmıştı. Ama “Türkiya gidiyor, İslâmiyet gidiyor…” gibi hezeyanlar bugünkü nesillerin bile bilincini zehirleyen irrasyonel bir kültür yarattı. “Bu topraklar, üzerinde yaşayan herkesindir” demek yerine “Türkiye Türklerindir” ve “Türkiye’nin %99’u müslümandır (yani sünnidir)” diye resmi bir kimlik yaratıp empoze etmeye kalktınız mı otomatik olarak kendi ötekilerinizi de yaratmış oluyorsunuz.

Kürtleri Türk, Alevileri de Sünni yapmaya, renkleri soldurmaya, çeşitliliği tekçiliğin ipine çekmeye, hep kurbanları suçlamaya ve işlediğiniz insanlık suçlarını arsızca inkâr etmeye kalkıştınız mı, kaçınılmaz olarak halk ve inanç topluluklarını hak arayışına, giderek meşru direnişlere mahkum ediyorsunuz demektir. Bu tarihsel bir olgudur, insan icadı kanunlara da benzemez.

Toplumları “azınlıklar” değil “çoğunluklar” a yaslanan despot ve barbar iktidarlar böler.. Ezdiğiniz halkların, sosyal sınıfların,etnik ve batıni inanç topluluklarının tehdidi altına girmeniz kaçınılmazdır. Suç batağına battıkça korkularınız derinleşir, giderek akli dayanaklarının da ötesine geçip bir paranoyaya dönüşerek istiklal marşınızın baş cümlesinin baş köşesine oturur. Yatışmayan bir “bölünme” ve « iç düşman » korkusu sürekli bir “kurtuluş savaşı” psikozuna dönüşüyor. Geçen yüzyılın başlarından itibaren Anadolu’nun yerlisi Hristiyan halklardan kurtulma biçiminde yaşanan “kurtuluş savaşı”, hayli zamandır da Kürt illerine, ilçelerine, köy ve mahallelerine bayrak dikerek Kürtlerden kurtulma savaşı olarak devam ediyor. Bir avuç Kürt gencinin üzerine sayısız ağır zırhlı araç-gereç eşliğinde 3 tümen, korucu destekli on binlerce kişilik bir jandarma ve polis özel harekât gücüyle gitmenin asli nedeni korkudur. Bir diğer neden ise geçen yüzyılın başından bu yana işlenen suçların hesabının sorulamamış olmasıdır.

Anadolu’nun yerli Hristiyan halklarına, Kızılbaş-Heteredoks inanç topluluklarına karşı Abdülhamit istibdadının gerçekleştirdiği pogromların hesabı sorulabilseydi şayet, ittihatçılar 1915 soykırımını planlayıp uygularken daha etraflı düşüneceklerdi. Aynı şekilde 1915’in hesabı caydırıcı tarzda sorulabilseydi sonraki dönemde Koçgiri, Ağrı, Zilan ve Dersim’de yapılanlar aynı kolaylıkla göze alınamayacaktı.Tüm bu savaş ve insanlık suçları Türk muktedirlerinin ‘başarı’ hanesine yazılınca da, bugünün “süpürme harekatları”na kadar gelindi. Yani Sur’un, Cizre’nin, Silopi’nin… Kürtler’in başına yıkılması olgusu bir tarihsel devamlılık içinde oluşageldi.

Peki nereye kadar?

Yüksek bir ateş gücü ve devasa bir orduyla Kürtlerin başına çullanan Türk devletinin uzun zamandır Rojava Kürtlerine de diş bilediği, -Körfez’deki Sünni ittifakın da desteğiyle-doğrudan saldırmak için fırsat kolladığı da biliniyor.

AKP Teşkilat-ı Mahsusası’nın Reyhanlı, Diyarbakır, Suruç, Ankara Garı, Sultanahmet ve son Ankara bombalamasındaki parmağı sır değildir. Bu saldırılar ve izlediği genel stratejiyle Halife-Sultan Tayip önderliğindeki AKP, savaş cephesini genişletmek, “iç ve dış düşmanları”na, iç ve dış müttefiklerine mesajlar vermek, yeniden paylaşılması kaçınılmaz Irak ve Suriye’den pay koparmak, tüm Kürtleri ümmet içinde hizaya çekmek ve Ortadoğu’nun karmaşık konjonktürel dengeleri içinde kendine yer edinmek, giderek Sünni müslüman dünyanın lideri olmak istiyor.

Darı ambarında görülen hoş bir rüya.

17 şubatdaki bombalı saldırının Kemalist ordu ve sivillerle ittifakı güçlendirmek, kamuoyunu savaşa hazırlamak, Birleşmiş milletleri muhtemel bir Suriye çıkarmasına ve Rojava Kürtleri’nin başına çullanmaya ikna etmek isteyen yeni Osmanlıcıların işine çok yarayacağı umuluyordu. Ama tertibin içinde “misliyle” acemilik ve aptallık vardı. Kimliği derhal tespit edilen fail Suriyeli bir Kürt ve üstelik de PYD’liydi!

Tekçilik ve Kürt düşmanlığında hemfikir olan Neo Osmanlıcı-Kemalist ittifakın işi bu kez öyle kolay olmayacaktır. Yaratılmasına aktif katkıda bulundukları kaostan yararlanarak Kürtlerin devletleşmesini engellemek ve yanı sıra Halep ve Musul’a el koymayı düşleyen Ümmetçi-Kuva-i milliyeci ittifak için bu son oyun olacaktır. Hüsranla bitecek bir son oyun…

Erdal Emre

* Aktaran T. Akçam. İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu. Sf. 110