Hazan Mevsimi

“…

Birlikte mısralar düşüyoruz ama iyi ama kötü

Boynun diyorum, boynunu benim kadar kimse değerlendiremez

Bir mısra daha söylesek sanki herşey düzelecek

İki adım daha atmıyoruz bizi tutuyorlar

Böylece bizi bir kere daha tutup kurşuna diziyorlar

Zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kuruşuna diziyorlar

Bütün Kara parçalarında

…”

Cemal Süreya

Hazan Mevsimi

Cihan Erdoğan

İlk defa böylesine büyük, kalabalık ve düzenli bir tren garı görüyordu.

İri yarı sarışın kadın ve erkeklerin arasında bir cüceden farksız görünmesinin komikliğinden ziyade, yitip gitme korkularına kaptırmıştı kendini.

Dilini bilmediği, yağmurunu tanımadığı bu ülkede, birbirine karışmış insan renklerinin, renk tonlarının ortasında kaybolup gitmişti sanki.

Tren garını altüst eden gürültülü müziğin tınılarından başka hiçbir şeyin anlamını, derinliğini çözemiyordu.

Gök gürültüleriyle birlikte boşalan yağmurun bile yabancısıydı.

Sığınacak bir sundurma aramamış olmasına değil, ortalıkta kalışına hayıflanıyor ya da  bunun biçareliğini yaşıyordu.

Üzerine üzerine gelen dev insan kalabalığı arasında kendisine benzeyen, kendisi gibi cüce olan birilerini arıyordu.

Elindeki adresi, filmlerde gördüğü ‘Almancı tipler’den birine doğru uzatabildi sonunda.

Adam bir yandan kendisine uzatılan adrese bakarken, bir yandan da onun telaşesinin derinliğini ölçmeye çalışıyor gibiydi. Tıknaz, şapkalı adamın zorlukla fark edilen bir baş hareketiyle birlikte, peşine takılıp yola koyuldu hemen.

Adamın, “

Gideceğimiz yer çok uzak değil, yakındır,” sözlerinden başka hiçbir şey duymuyor ya da duymak istemiyordu sanki.

Ama yine de adamın bu kısa yolculuk esnasında bir çırpıda anlattığı Erzincan, yol, yolculuk, gurbet, yalnızlık hikayelerinin anaforu onu sarıp sarmalamış, düş yorgunluklarının erişilmesi güç diyarlarına götürmeye yetmişti işte.

Kaosun, gürültünün, keşmekeşin içinden kopup gelmişti.

Oysa şimdi dakik şileyen tramvaylara, renkli otobüslere, birbirinden güzel duraklara, tertemiz sokaklara ve bu hoş dinginliğe afallayarak bakınıp duruyordu.

Çok değil, daha iki gün öncesinde gördükleriyle, şimdi karşılaştığı şeyler arasında düşsel köprüler kurmaya çabalarken, az önce tanışmasına rağmen hemen kanı kaynayan mihmandarı iki katlı şirin bir binanın önünde durmuş, “Aha, adres burası,”

demişti.

Adamın binayı işaret edip geri döndüğünü görünce, ‘başından bir kova kaynar su döküldü,’ deyiminin mealini iliklerine kadar hissedip tuhaf bir telaşa kapıldı. Bir an, dili de dahil, henüz hiçbir şeyini bilmediği bu sokaklarda kaybolacağı, yitip gideceği endişeyle, binanın kapısına doğru yöneldi. Kapı aralandığında, içeride büyük bir kalabalığın olduğunu gördü.

Ürkek adımlarla girdiği salonda hoşbeşleri iyi huylu, yarı sorgulayıcı muhabbetler izlemekte gecikmedi. Birkaç gün boyunca farklı evler arasında gezinip durdu. Hali vakti yerinde olan bu evlere daha ne kadar yük olacağını düşünmeye başlamıştı ki, kendisine çok daha samimi yaklaşan kısa boylu, dolgun, güleç yüzlü Dursun’un arabasına atlayıp tekrar yola koyuldu.

Biri diğerine benzeyen, ama yine de kendine has renk dokuları taşıyan köyleri, kasabaları izlerken, Dursun’un anlattıklarını kaçırıp ona mahcup olmak da istemiyordu.

Küçük, bir o kadar da şirin bir kasabaya gelmişlerdi.

Dursun, gür, siyah bıyıklarını sağ eliyle düzelterek: ‘Gözüm, belki sana şimdi biraz yabancı gelecek, ama geldiğimiz yer Langenau’dur. Burada çok fazla ilticacı var. Yabancılık çekmezsin…

’ dediğinde biraz rahatladığını hissetti.

Merdivenleri ağır ağır çıkıp birinci kattaki ilk sol kapıdan içeri girdiler. Burası da bir dernek lokaliymiş meğer.

İçeride, daha çok orta yaşlılardan oluşan bir kalabalık vardı. Elini ilk sıkan kişi: ‘Merhaba. Ben, Kareteci İsmail,’ dedi. Sonra eliyle işaret edip gülerek: ‘Aha, bu da  bizim Piro,’ diye devam etti.

Piro, başını saga sola sallayarak, alaycı bir gülümsemeyle karşıladı bu tanıştırmayı.

Seramoni uzun sürmedi.

İçeride olanların kendi aralarındaki sohbetlerden anlaşılıyordu ki, dün bu lokalde kıran kırana bir politik tartışma yaşanmıştı. HK’lilerle, ‘Kemalizm’ üzerine yürütülen tartışmanın değerlendirmesini dinlediğinde, ayakları yerden kesildi sanki.

Ağırlıklı olarak Dersim’liler olmak üzere, memleketin farklı diyarından gelmiş olan bu insanlar, çok ileri şeyleri rahat bir şekilde münakaşa edebiliyorlardı burada.

Onu asıl afallatıp güven duygusunu kabartan şey, memleketkilere oranla buradaki devrimcilerin yaş ortalamalarının daha ileri olmasıydı. Üstelik politik seviyeleri ve öğrenme merakları da oldukça iyiydi.

Bir kolunu iş kazasında kaybettiği için protez kol kullanan Piro, şakaları, debdebesi ve sempatikliği ile kalabalğın en renkli simasıydı. Piro’nun karşısında, pala bıyıklarını sıvazlayan orta yaşın üzerindeki Ali Dede oturuyordu. Onun hemen yanında ise Aşık Baba vardı.

Oturanları, tartışanları, dinleyenleri, öylesine gelip gidenleri sessizce izledi bir süre. Buradakiler işçilerden ziyada, orta sınıf insanlarını andırıyorlardı sanki.

Çoğu ya takım elbiseliydi ya da kendilerine yakışmış sade spor kıyafetler giyinmişti.

Ekonomik durumlarının iyi olmasına rağmen, sosyalist düşünceye ilgi duymaları da, ayrıca ilginç bir ayrıntı gibiydi.

Daha ilginç olanı ise, sayıları hayli kalabalık olan ‘turist’ ya da ilticacı statüsündeki insanlara ellerinden gelen her türlü yardımı yapıyor oluşlarıydı.

Bir bakıma sessiz, sedasız bir ‘güneş sofrası’ kurmuşlardı burada.

Lokalin sıcacık ikliminden çıkmak istememeleri biraz da bundandı herhal.

Böylesine canlı fikir münakaşalarını ne zamandır dinlememişti.

Piro’nun ortalığı biraz renklendirmesi, Ali Dede’nin işin şirazesini kaçırmayın bakışları, durumu daha renkli hale sokuyordu.

Dursun’un bir baş hareketiyle lokalden ayrıldılar bir süre sonra. Kısa bir yürüyüşün ardından, doğayla kucak kucağa, mütevazi köy evlerini andıran, iki katlı bir binaya vardılar.

İki bölümden oluşan bu evin bir bölümü Ali Dede’ye, diğeri ise Dursun’lara aitti. Tuhaf bir şekilde, bu evler, az önce ayrıldıkları lokalden neredeyse daha kalabalık gçbiydi.

Gözlerini, birlikte oynayan üç küçük çocuktan ayramadı bir süre. Barış, Ulaş ve Özlem…

Özellikle Ulaş’ın bakışları, mimikleri, sarışınlığı Piro’nun aynıydı sanki.

Sofra, yine güneşin sofrasıydı. Elif abla ve Zeynep ananın hünerli ellerinden çıkma ürünler etrafa pırıltılı bir şekilde gülümsüyordu adeta.

Evdeki kalabalık, etli nohut çorbasını, parğaçı, şiri ve fırında pişmiş sebzeli tavuk yemeğini Cengiz Han’ın istilacı orduları gibi silip süpürdü kısa sürede.

Üç yeni tip daha gelip takıldı onlara. Evin içinde başını eğerek dolaşan Kürmeç’li Sakallı Zabit, her dediği gülme konusu olan, ceplerini komiklikler çeşnisiyle doldurmuş Tırpani ve dostlukları uzun yıllara uzanacak olan, çekik gözleriyle Çin’lileri andıran kısa boylu Memduh.

..

Bu kasaba, ilticacı ve ‘turist’lerin terk edişine kadar hep böyle kalabalık günler geçirecekti.

Yörede yeni bir tabaka yaratılmıştı: İlticacılar.

İlticacılar içerisinde en çok ilgiyi, daha çocuksu görünümlü veya öksüz oluşu nedeniyle, Adil üzerinde topluyordu.

Gümüşhaneli Yaşar sakinliği ve ince mizahıyla, Rıza ve İmam kardeşler renkli kişilikleriyle, Erzincan’lı Veysel ise rahatlığı ve dünyanın en iyi sıgara içicisi oluşuyla ayrıca ilgi odağıydı.

Bir insanlar manzumesi, kendilerince dünyayı anlama çabası ve ciddi bir hercümerç içerisindeydiler.

Koşuşturmalar, seminerler, gazte ve bildiri dağıtımları, ev ziyaretleri, bir kargaşa halinde sürüp gidiyordu.

Uzun boylu, kıvırcık saçlı, yakışıklı Varto’lu ‘Altın Diş Hıdır,’

yıllar içinde Almanların arasına karışıp gitmiş olan, vucudu dövmelerle dolu, zamanın bir hayli hırpaladığı, saçlarına aklar düşmüş Bargin’li İmam, Laz Cemal, Türkçesi alabildiğine düzgün Zuhal ve daha akla gelmeyen bir dolu insan, pek çok şeyi yaşayıp gördükten sonra, gelip beraberce buralara takılmışlardı.

Okuyup yeni şeyler öğrenmek, gezip farklı şeyler görmek ve bunlarla harmanlanmış yeni yaşama biçimleri kurmak, daha haz verici bir atmofser oluşturmuştu. Bütün bunlara bir de küçücük bir ‘güneş sofrası’ eklenince, vaziyet bir güzel hal alıp anlaşılır olmuştu.

Bu günlerde ortalık bir de, Taner Akçam’ın vereceği konferansla ilgili haberlerle çalkalanıyordu. Galiba yurt dışına çıktıktan sonra vereceği ilk konferansı buydu Akçam’ın.

Nihayer o gün gelip çatmıştı. Konferansı dinlemek isteyen hayli kalabalı insan vardı. Bu kalabalık Akçam’a da büyük bir haz vermişti.

Meramını bazen tebeşirle tahtaya yazıyor, sonra siliyor, sanki ODTÜ’de ders veriyordu. Konu faşizm olduğundan, dönüp dolaşıp yine kürkçü dükkanına gelinmişti işte! “Kemazlizmin küçük burjuva bir hareket olduğu” yönündeki saptamayı yinelemesi salonu hareketlendirdi.

Piro, protez kolunu masanın üzerine koyup diğer eliyle masaya vurarak, “Dersim’deki kırım neydi?” diye çıkışmış,

Pala Hüseyin’in el kol hareketlerine salonu dolduranların mırıltıları eklenmişti.

Mustafa amcanın itildal çağrısından sonra salon sessizleşti.

Taner Akçam, Piro’ya, Ali Dede’ye, Pala Hüseyin’e ve diğer yaşlı insanlara afallayarak bakıyordu.

ATİF veya Partizan bu insanları örgütlemeyi nasıl  başarmıştı? Kitle psikolojisini bilen birisi için bu tip insanlarla polemik yürütmek gerçekten de zordu.

Günümüzde bolca ironi yapıp Kemalistlerle alay eden Taner Akçam, o geçmiş günlerine ne diyordur şimdi acaba?

Taner Akçam konferansından sonra, Langenau’da Dersim kırımını yarı masalımsı bir şekilde çok dinler olmuştuk. Bu tür sohbetler için en iyi ortam sağlayanlardan biri de, Gümüşhane’li Yaşar’dı. Soğuk, asude kış günlerini, şık giyimli, oldukça bakımlı olan Aşığ Baba’nın yüreğinin derinliklerinden gelen bu anlatımlar renklendiriyor, dinleyicileri derinden etkiliyordu.

Orasından, burasından çekiştirip Kemal’i biraz kurtarmaya çabalayanlar olsa da, dinleyiciler travma dolu bu hikayenin derinliklerine vakıf oluyorlardı genellikle sonunda.

İlk kez dinleyenler için bu sohbetlerde anlatılanlar çok korkunç geliyordu. Aynı şeyleri yüzlerce kez dinlemiş olan Ali Dede için ise aynı şey söylenemezdi. O, her anlatıyı yine de derin iç geçirişlerle ve dikkatle dinliyordu.

Lokalin yanında ara ara dinlenmek için Piro’nun kendine yaptığı odaya geçerek, yatağın üzerine uzanıp tavanı, duvara asılı abajürün renklerini izledi. Renkli battaniyenin yanındaki komidinin üzerinde duran gazeteye karıştırdı. Cemal Süreya’yı, onun Dersim Sürgünü ile ilgili olarak yazdığı o şiiri düşündü bir süre. Belli ki, bu şiir asırlarca anlamını yitirmeyecekti.

“Bir yük vagonunda açtım gözlerimi,

Bizi kamyona doldurdular,

Tüfekli iki erin ne zaretinde,

Sonra o iki  erle yük vagonuna doldurdular,

Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar,

Tarih öncesi köpekler havlıyordu,

Aklımdan hiç çıkmaz o yolcuyluk,o havlamalar,o polisler,

Duyarlılığım birazda o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki.

Annem sürgünde öldü, babam sürgünde öldü.”

Bu büyük şair, çocuk bedeniyle, Dersim’den ailesiyle birlikte sürgün yollarına düşmüştü. Bu nasıl bir travmaydı ki, şiirlerinin derinliklerine kadar sirayet edebilmişti? Sürgünde babasını ve annesini kaybetmişti.

Anlattıkları ve anlatılanlar, babaların, dedelerin, annelerin, nenelerin ya da çok yakın tanıkların bizzat gördüklerine, yaşadıklarına dayanıyordu.

38’in evveliyatı da vardı.

1915 kırımı da, yine bu topraklar üzerinde yaşanmıştı. Dersim, ateşin ve kan kokusunun yükseldiği bir yangın yeriydi.

Kırımdan arda kalabilenler sürgün yollarına düşüyor, Peri Çayı ve Harput’tan yol alarak, Der-i zor’a, bugün ateşin ve kanın dünyayı ayaklandırdığı Rojava’ya varıyorlardı.

Hemen hemen bütün mitolojilerde dağların zirvesine yerleşen tanrılar, zamanla erişilebilir hale geldiklerinden, yine insan soyu tarafından en erişilmedik yerlere, yani gökyüzünün yedi kat yukarısına çıkarılmışlardı.

Anadolunun küçücük, kadim topraklarında yaşanan bu trajediyi arşı ala’dan seyreden tanrıların gözleri, kulakları yokmuydu acaba? Hiç mi görmediler bu trajediyi, hiç mi duymadılar acaba, katlarına kadar yükselen bu feryadı?

Bu kıyım, bu yangın, bu kadim topraklara neden reva görüldü?

Bütün bu yaşananları dinledikçe, insanın bu tanrıları gökyüzünün erşilmez sidre ‘makamlarından‘ indirip, yerin en derinliklerine gömmesi gerekirdi.

Langenau’da zemheri kendisini iyi his ettirirdi. Diz boyunu aşan kar, bu küçücük ve sevimli yeri bembeyaz gelinlik giymiş alımlı bir genç kıza çevirirdi.

Dersim’de yaşanan vahşet Langenau’nun ayaz dolu geceleri boyunca değişik anlatıcılardan dinlenir, kıyımın fazlasıyla yaşandığı Hozat bir çok köyüyle birlikte, dinleyenler için daha yakından bilinir, tanınır olmuştu.

Aşığ Baba’nın olmadığı günlerde anlatıcı daha çok Piro olurdu. Hozat’ın Çölkireg, Pixami, Hopik, Mixsor, Bargini, Zimex, Pakire, Qerece, Zankirek, Tawuğ, Mezrasur, Gevrasur, Peyik, Devres Cemal ve diğer köylerinin adlarını nerdeyse herkes ezberlemeye başlamıştı.

Şu yırtık coğrafyanın başka bir yerinden gelmiş olsanız da, dinledikleriniz bir bakıma bilinç altlarınıza ateş tuğlaları gibi yerleşmiş oluyordu.

Güneşin yüzünün gülümsediği şirin bir sabah vaktiydi. Memduh, kırmızı opel arabasıyla gelip Dursun gilin kapısına yanaştı.

Siyah takım elbiselerini düzeltip, elindeki iri taşlı tesbihle oyalana oyalana gelen Ali Dede, “Yine nereye, Memduh kardeş?” diye seslendi.

“Arkadaşlar biraz da Stuttgart’ı görsünler istedim,” dedi Mahmut.

Öksüz Adil, Gümüşhaneli Yaşar, yol boyunca uzanan köyleri, biri birinden güzel kasabaları ve şehirleri su içer gibi kana kana izlediler. Yerleşim yerlerinin temizliği, doğanın yeşilliği başdöndürücü ve büyüleyiciydi.

İçerisi hınca hınç dolu bir dernek lokaline girmişlerdi. Uğultudan hiçbir şey anlaşılmıyordu.

Memduh, kısık sesle birilerine bir şeyler anlatıyordu.

Gri kadife pantolonlu, güleç yüzlü birisi, gelenlere “Merhaba” dedi.

Proleter’di bu… Daha çok Karadenizliler’i andırıyordu. Bilgisi ve derinliğinden anlaşıldığı kadarıyla, bu bölgenin en ileri kadrolarından biriydi o.

Sonra ‘Osman Dayı’ adında biri gelip yanlarına oturdu, hal hatır sordu.

Memduh’un Osman Dayı’yı büyük bir saygı ile dinlediğine gören Yaşar, “Bu da ileri kadrolardan biri olmalı,” diye fısıldadı Yaşar.

Memduh onu onaylayarak, “Almanya’da devrimci hareketin ilk kadrolardır,” dedi gururla.

Şaşırmışlardı… Haklıydılar şaşırmakta. Kendilerinden çok yaşlı devrimcileri görmek hem hoşlarına gitmiş, hem de onları biraz kıskanmışlardı sanki.

Öte uçtan, zayıf, uzun boylu, kıvırcık saçlı Bedi Avcı, tabanına basarak yaylana yaylana yürüyüp onlara doğru yaklaşıyordu.

Bu yabancı değildi gelen kişi… Nerede gördüğünü düşünmeye başlamıştı ki, Memduh’un, “ATİF’den Bedi” demesiyle hatırladı onu; gazete de görmüştü.

“Bir apartman dairesinde, bolca sigara dumanı içerisinde TİKKO’cuların ATİF’i kurdukları,”mealinde bir haberle birlikte, Bedi’nin bir fotoğrafı yer almıştı gazetelerde.

12 Eylül cuntasını protesto mitingine binlerce insan katılmıştı.

ATİF kortejinin bir ucu gözüküyor, öte ucu gözükmüyordu…

Avrupa’nın bir ucundan diğer ucuna, kar taneleri gibi dağılmışlardı.

Aradan geçen yıllar, dağılma yılları da oldu ne yazık ki.

Önce, sessiz sedasız bir şekilde Proleter çekip gitmişti.

Osman Dayı, Bedi Avcı da vakur bir edayla veda etmişlerdi…

Geçenlerde duydum…

Aynı sessizlik ve vakurla, Piro ve Ali Dede de, Hozat’a doğru yola çıkmışlar…

Fütursuz, çıkarsız, payesiz bir erdemle mücadeleye omuz verdiler onlar…

Sen ölüm!

Seni hiç düşünmeden yaşadık

Seni hiç düşünmeden yaşayacağız bundan sonra.

Edip Cansever

Bu geleneğe yetmişli yıllarda büyük emek verenler artık Hazan Mevsimindedir…

Hazan Mevsimindeyiz.

Cihan Erdoğan