Erdal Emre (03-05-2016) İman ile sağduyu, hurafe ile özgür akıl arasındaki tarihsel çatışmanın kalıcı bir çözüme kavuşmadığı Türkiye gibi ülkelerde laiklik tartışması her vesileyle yeniden alevleniyor. Kaçınılmaz bir gerilim ve kavgadır bu. 21.yüzyılın ilk çeyreğinde Ortadoğu ülkelerine model olmasına ramak kala yeniden ‘dindar anayasa’ tartışmalarına yuvarlanan Türkiye’nin bu halini yalnızca konjonktürel siyasi durum ve RTE’ın ‘başkanlık ihtirasıyla’ açıklamak eksik kalır, yanlış olur.
Tanrı ve Din
İnsanın büyü ve totemle başlayan çevresini anlama ve etkileme serüveni, yüzbinlerce yıllık bir evrimle, çok tanrılı dinlerden semavi dinlere ulaştı. Eşitlikçi kabile yaşamı dönemlerinde doğa karşısında büyü/sihir yoluyla görece daha buyurgan olan insan, tek tanrılı dinler karşısında kendini aşağılayan, yalvaran, biat eden insana evrildi. Çünkü toplum artık eşitsizdi; hükmedenler ile hükmedilenler, yakaran, verilene rıza gösteren ve mutlak itaat isteyenler vardı. Sınıfların ortaya çıkışı, tanrıları da zamanla daha Kadiri Mutlak, daha zalim hale getirdi. Tanrı büyüdükçe insan küçüldü, sefilleşti. Tıpkı devlet ve şef büyüdükçe, bireyin ve toplumun küçülmesi, sürüleşmesi gibi.
- Bakunin, “Tanrıları’yla, yarı Tanrıları’yla, peygamberleriyle, mesihleri ve azizleriyle tüm dinler, henüz entelektüel yeteneklerinin tam gelişmesine ve kapasitesine ulaşamamış olan insanların safdil fantezileri tarafından meydana getirilmiştir; dinin ğöğü insanın içinde cahillik ve inanç tarafından coşturularak kendi resmini, ama büyütülmüş ve ters çevrilmiş yani Tanrılaştırılmış biçimde gördüğü, ışık oyunundan başka bir şey değildir…” diyor.(1)
“Din,” diyor K. Marks, “…Düşsel bir gerçekliktir. … Henüz kendini bulamamış veya yeniden kaybetmiş insanın kendini-duyuşu ve kendinin bilinçliliğidir. … Dinsel sefalet hem gerçek sefaletin dile gelişidir hem de gerçek sefalete bir karşı çıkıştır. Din baskı altındaki insanın iç çekişidir, acımasız bir dünyanın yüreğidir… Halkın afyonudur.” (2)
Başının üstünde yürümeye çalışan insanın ‘çarpık gerçeklik bilgisi’dir din. Bilinmeyen ve korkulan her şeyin adıdır Tanrı. Mutlak otoritesi ve gökyüzünden her şeyi gözetleyen hükümranlığıyla Tanrı ve buyrukları, monarşiler ve despotik iktidarlar için bulunmaz birer iktidar aracıdır.
Ortadoğu insanın, özellikle de kadının durumuna -aslında dramına- bakıldığında, bölge doğumlu Tanrı ve dinlerin nasıl bir insan enkazına neden oldukları ayan-beyan görülür.
Dün olduğu gibi bugün de Ortadoğu’daki gerici rejimlerin en büyük dayanağı Tanrı ve din oldu. Halklar, kurulu düzenlere karşı harekete geçtikleri her yerde Allah ve şerri kurallarla burun buruna gelmektedir. 12 Eylül faşizminin halkın devrimci/demokratik uyanışına karşı kullandığı en etkili silahlardan biri, islâmi gericilik olmuştu. Başarılı da olmuşlardır bunda. Virüs hızıyla çoğalan kuran kursları, Sünni-islâmcı tarikat ve cemaatler, imam-hatip liseleri ve ilahiyat fakülteleri bir boydan diğerine tüm ülkeyi sararak bugünlere geldi. ‘Paralel’ ve ‘paralel’ olmayanı, ‘ılımlı’ ve radikal olanıyla, uyuyan tüm islami/cihatçı hücreler 12 Eylül rejiminin sunduğu olanaklarla yeniden palazlandılar.
Ortadoğunun tek tanrılı dinleri bir ‘dünya nizamı’ iddiasıyla ve tarihsel bir devamlılık içinde doğdular, zaman içinde dünyanın yarıdan fazlasında iktidar oldular. İnsanı, daha çok da kadını ezen, kullaştıran bu dinlerin Şerri/Ortodoks versiyonları iktidar sahiplerinin elinde amansız birer fetih, talan, ganimet ve hükümranlık silahına dönüştü. Sünni ve Şii İslam şeriatının bekçiliğini yaptığı karanlığın, ilahi doğmaların, çürümüş körfez monarşilerinin, İran’daki molla rejiminin, Taliban ve DAEŞ gibi Şeriatçı-islâmcı akımların insanlığa sunduğu modeller ve trajik bilançoları ortada.
“Laiklik Dinsizlik Değil” midir?
Bütün dünyada Laiklik, büyük toplumsal atılımların ve demokratik devrimlerin kazanımı olarak tarih sahnesine çıktı. ‘Laiklik’ denilince akla Fransa’nın gelmesi kaçınılmazdır. Sosyo-politik planda 1789 Büyük Fransız İhtilali’nden doğan Laiklik, derin felsefi kaynaklarını Rönesans dönemi filozoflarından aldı. Fransa’da laik (laïque) kelimesi devrimden çok önceleri kullanıldığı halde, bir kavram olarak asli anlamına Fransız Devrimi’yle ulaştı. Türkiye’de olduğu gibi laikliği toplumsal ve felsefi köklerinden kopararak basit bir ‘din-devlet işleri ayrımı’na indirgemek, laikliği anlamamak veya tahrif etmektir.
Yunanca bir kelime olarak Laos, halk manasına, Laikos ise kilise yönetiminin (clerikos) dışında kalan kalabalıklarla ilgili, yani halksal anlamına geliyor. Bir başka deyişle, daha başından itibaren toplumsal planda bir halk ve ruhban karşıtlığı söz konusudur burada. Ruhbanların köleci ve feodal dönem boyunca egemen sınıfın bir parçası oldukları, dinin ise bu sınıf(lar)ın elinde resmi ideolojik bir ayrıcalığa ve silaha dönüştüğü biliniyor. Zaman içinde daha geniş ve farklı bir içerik kazanansa da, laiklik kavramının kökeninde ruhban sınıfın şahsında bir din karşıtlığı zaten var. Laiklik, tanrıya ve kiliseye yaslanan feodal aristokrasiye karşı yürüttüğü iktidar mücadelesinde burjuvazinin gereksindiği bir araçtı. Yani yükselen burjuvazinin kilise ve tanrıyla karşı karşıya gelmesi kaçınılmazdı. Sanayi devrimi tanrıya yakarmakla gerçekleşemezdi… Bunun için bilim ve felsefeyle donanmış öncülere, feodal/monarşik egemenliği yıkacak görece aydınlanmış halk desteğine ihtiyaç vardı. Özetle laiklik, irili- ufaklı tüm devrim ve toplumsal atılımların sonucunda din dışı bir hareket olarak doğdu. Felsefi/kültürel planda laiklik, aklı imanın prangalarından kurtaran, tanrıları yakasından tutup aşağı indiren, sorgulayan ve dünyanın dışına gönderen bir harekettir.
Burjuvazinin ‘Laiklik’ İkiyüzlülüğü
Bilinen demokratik devrimlerle iktidarını sağlama alan burjuvazi ‘devrimciliği’ni çok uzun sürdürmedi ve geri dönüp din ve tanrıyla yeniden barıştı. Çünkü artık tarihin eşiği aşılmıştı ve sahnede bizzat kendisinin ezdiği yeni sosyal sınıf ve kategoriler vardı. Çiçeği burnunda egemen sınıf olarak, sanayi devriminin yarattığı yeni kurbanlarla, yani emek dünyasıyla cephe cepheye gelen burjuvazi, işçi sınıfı ve aydınlarını daha büyük bir tehlike telaki eder oldu. Geçmişte burjuvazi önderliğinde siyasal eyleme katıldığı ölçüde ilahi otorite, rıza, kader gibi kavramları sorgulamayan emek cephesi, çok geçmeden Allah-Kul/Ezen-Ezilen ilişkisini daha köklü tarzda sorgulamaya başladı. İki yüzyılı aşkın anti-kapitalist mücadele birikimi, gericileşen burjuva ideolojisine karşı Marksizm ve Anarşizm gibi kazmayı daha derine vuran evrensel düşünce akımlarını yarattı. Bir zamanların ‘devrimci burjuvazi’si, klasik tanrı ve dinleri yanına alarak kapitalizme entegre etmek ve ranta çevirmekle kalmadı; ulus, bayrak, milliyetçilik, tahvil, hisse senedi, çek ve kredi kartı gibi yeni totem ve tanrılar yarattı. Bu süreçte laikliğin de içini boşaltarak, onu bir çeşit teolojiye çevirdi. İç içe geçen paranın ahlakıyla tanrısal ahlak elbirliğiyle insanı eziyor, küçülterek dibe itiyordu. İnsanlığın evrensel yürüyüşünün geldiği aşamada küresel kapitalizmin dinlerle olan ittifakı, onun çıkarları gereğidir. Kapitalizmin insanı gereğinde pazar ayini veya cuma namazına yönlendirmesinde, sakal bıraktırıp onu Hac’a ya da çıplaklar kampına göndermesinde şaşılacak bir şey yoktur. Aslolan para ve büyük mülkiyet dünyasının küresel imparatorluğunun baki kalmasıdır. Bu nedenledir ki, dinler ve kapitalistler arasındaki sürtüşmeler, her bir kampın iç kavgaları, “medeniyetler çatışması” gibi politik/ideolojik stratejiler, dünya emek ve ezilenler cephesinde sıklıkla yanılsamalara neden olur. Emeğin, ezilenlerin ve aklın evrensel kurtuluşu için, yürüyegelen kavganın selameti için, söz konusu yanılsamalardan arınmak şarttır. Laikliğin sorgulayıcı özünü savunmak ve geliştirmek maalesef günümüzün devrimci dinamiklerine düşmektedir.
Türkiye’de Laiklik
Türkiye’de laiklik tartışmaları, resmi ideoloji ve tarihin tüm rivayetlerini sorgulamayı gerektiren bir tartışmadır aslında. Bunun ayrıntılarına girmek bir makalenin sınırlarını fazlasıyla aşacağından, konuya sadece başlıklar halinde değinmekle yetineceğim.
Tarihsel oluşumu içinde (ister bir siyasal/toplumsal hareketin, ister bir düşünsel hareketin omuzlarında yol alsın) laikliğin din dışı ve bir devrim hareketinin ürünü olduğunu yukarıda görmüştük. ‘Atatürk devrimleri’ ne kadar devrim ise, Türkiye’deki ‘laiklik’ de o kadar laikliktir. Fes’ten kalpağa ve şapkaya geçişe “devrim” derseniz, laikliği de yalnızca “din ve devlet işlerini birbirinden ayırma”ya indirgersiniz. Bunu yaparken bile tutarlı davranmayıp elinizi sünni islamiyetin Hanefi mezhebinden çekmezsiniz. Askeri bir imparatorluğun halifelik/şeyhülislamlık kurumunu, Osmanlı’nın devamı bir askeri cumhuriyetin “Diyanet İşleri Başkanlığı”na entegre edersiniz. Oldu size, ‘Türk işi’ laiklik !
Evet, çarpık ve çeyrek de olsa, itilaf devletleri ve 1.Dünya Savaşı sonrası konjonktürel dengelerin zorlamasıyla da olsa, bir laiklik’ten söz edilebilir. Elbette Osmanlı yarı-şeriatına göre kısmi bir ileri adım… Soykırım/tehcir ve “Kurtuluş Savaşı”yla Hırıstiyanlar’ından kurtulmuş, Aleviliği Sünnileştirmeye çalışan ve “yüzde 99’u müslüman(sünni)” olan bir toplumun tepesinde duran laik bir devlet!
Tüm Ortadoğu’da olduğu gibi Mezopotamya ve Anadolu’da da aklın ilahi doğmalarla, kulun tanrıyla ve toplumların şefler, ulusçu ya da teokratik diktatörlüklerle kavgası çözülmüş bir mesele değildir henüz. ‘Kuşa çevrilen Kemalist laikliğe’ yeni bir içerik kazandırarak bu meseleyi çözecek olan, toplumun devrimci dinamikleridir. Yani Kürtlerin kadınlı-erkekli umut veren mücadeleleri, Kızılbaş/Alevilerin bitmeyen direnişleri, kadın hareketi, sol ve emek cephesinin evrensel demokratik değerler uğruna yürütegeldiği kavga, erkek egemen ve kapitalist dünyanın enkaza çevirdiği tüm toplum kesimlerinin birleşik mücadeleleri…
1) Tanrı ve devlet. Belge Y.., 2. Baskı/ sf. 106
(2) Hegel’in Hukuk Felsefesinin eleştirine Giriş’ten aktaran C. Caudwell. Ölen Bir Kültür Üzerine İncelemeler.