Paris Kürt Katliamı, Maskeler ve Hedefini Arayan Öfke

Savaşların, sınır ötesi saldırıların, bölgesel ve küresel ölçekli yeni dalga bir silahlanma yarışının, kitlesel militarizasyonun, devlet bağlantılı tekil ve toplu cinayetlerin, tehditlerin gırla gittiği ve artık kimse için tekin olmayan bir tarihsel dönemin başlarındayız.

Binbir yüzlü mega bir kent olan Paris hiç kuşkusuz ki pek çok siyasi suikasta, -1961 yılında Cezayirlilere karşı işlendiği gibi- devlet odaklı katliamlara ve ırkçı cinayetlere de ev sahipliği yapmıştır.

Paris’in bu hoyrat yüzü yalnızca son on yılda yaşananlar nedeniyle değil, Paris Komünü’nün “kanlı hafta”sından günümüze dek bir tarihsel süreklilik gösteren cinayetleriyle de şöhretlidir. Ve onun bu kötü şöhret siciline 23 Aralık 2022 tarihinde yaşanan sürek avı ile William Malet ismi de geçmiş oldu.

Paris Ahmet Kaya Kültür Merkezi’nin önünde yabancı düşmanı bir Fransız tarafından gerçekleştirilen silahlı saldırıda, “Kürt Kadın Hareketi’nin öncülerinden Emine Kara, Kültür Hareketi’nden Mîr Perwer (Mehmet Şirin Aydın) ve Abdullah Kızıl”ın yaşamlarını yitirmesi, Paris’in kanlı hafızasını bir kez daha gündem haline getirdi. Üç kişinin de yaralanmasına sebep olan silahlı saldırı kaçınılmaz olarak Kürt diasporasının ve devrimci-demokratik güçlerin meşru öfkesini; katliamın anatomisine dair çok sayıda soruyu; inandırıcılıktan uzak ve hedef bulandırma örneği çelişkili resmî açıklamaları ve bir sivil “yorum” sağanağını da harekete geçirmiş oldu.

Böylesi zamanlarda sıkça görülen, “taşı atan(lar)ın değil de, atılan taşın peşinden koşmak” şartlı refleksine de bir kez daha tanıklık ettik…

Egemen medya gücü kamuoyu çoğunluğunu günlerce tetikçinin profili üzerinden oyalayıp durdu.

Olaydan 11 gün önce hapisten çıkan 69 yaşındaki emekli tren kondüktörü William Malet hasta mıydı, cinayet anında akli dengesi yerinde miydi değil miydi? Daha önce evi soyulduğu için mi yabancı düşmanlığı gibi bir aşırı duyguya saplanmıştı? Aşırı sağcı gruplarla organik bir ilişkisi var mıydı, yoksa “yalnız kurt” muydu? vs. vs.

2011 yazında 77 kişiyi öldürüp 242 kişiyi yaralayarak Oslo ve Utoya adasını kana bulayan Anders B. Breivik gibi, 2019 Mart’ında Yeni Zelanda’da hedef aldığı iki camide 51 kişiyi öldürüp bir o kadarını da yaralayan Brenton Tarrant şahsında da ya hasta ya da “yalnız kurt” kişiliği aranmıştı…

Kurbanlar, failler ve nedensellikler

Sığınma ve iltica hakları beyaz efendilerce bahşedilen sadakalar değil, zorlu mücadelelerle elde edilmiş ve uluslararası sözleşmelerle güvenceye alınmış kazanımlardır. Olmazsa olmaz yükümlülükleri vardır…

Sömürgeci emperyalist kapitalizminin orkestra şefliğinde evleri başlarına yıkılan, zenginlik kaynakları yağmalanan ve ülkeleri ya yangın yerine ya da toplama kampına çevrilen milyonlarca insan, devletler/şirketler arası kirli ilişkilerin, ihale alışverişlerinin açık rehinesi olmamalıdır.

Fiili ya da zımni, aktif veya pasif suç ortaklığıyla gizli servislerin, ırkçı-faşist yırtıcıların önüne yem niyetine atılacak kurbanlık hiç olmamalıdır…

Egemen güçlerin bizatihi kendi yasaları, ilgili mevzuatları de görünürde soruna böyle bakılması gerektiğini öngörür.

Peki öyleyse, kişilerin yatak odalarına varıncaya dek dinlenen, gecesi ve gündüzüyle her sokağı kameralarla gözlenen bir kentin kalbinde nasıl oluyor da insanlar toplu cinayetlere kurban edilebiliyorlar?

Hangi saikler ve faktörlerdir, 9 Ocak 2013 toplu infazının ardından 23 Aralık 2022 katliamını yaratan?

Büyük faillerin mantığında siyasi cinayetler hasımlarından kurtulmak ve suç ittifakları arasındaki kirli alışverişin gereği olarak işlenebileceği gibi, rakip görülen ortaklık ilişkilerinin sabote edilmesi ve dönemsel/taktik yakınlaşmaların tahkim edilmesi nedeniyle de işlenebilir. Daha da sınıfsal olanı, “dost” görülenlere “bize güvenebilirsiniz”, düşman telakki edilenlere ise “ayağınızı denk alın” mesajı taşır.

Tarihin mütemadiyen teyit ettiği üzere, bütün bu uygulamaların kökeninde muktedir sınıfların yegâne varlık nedeni olan jeopolitik/jeostratejik çıkarlar ve ekonomik yağmadan en büyük payı kapma kavgası yatmaktadır… İşte, devletlerin (hukuk, adalet, demokrasi gibi argümanlardan oluşan) vitrin yüzünün maskelediği şey tam da bu sınıfsal/stratejik çıkarlardır.

Konumuz bağlamında bir kez daha dikkat çekmemiz gereken bir diğer husus şudur: Örneğin, Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Şaylemez cinayetinin ardından katil Ömer Güney’in yakalanması, MİT içi iktidar kavgasıyla ifşa olunan ses kayıtları, açığa çıkan pek çok belge bile devletler arası kirli ilişkilerin yargıya taşınmasına bu nedenle yetmemiştir.

Devlet’e vitrin yanından bakıldığında, Ömer Güney gibi William Malet’nin de günün birinde “beyin tümörü”, yaşlılığa bağlı kalp yetmezliği veya intihar benzeri bir nedenle göçüp gitmesi ve ardından dosyanın hukuken kapatılma ihtimali şaşırtıcı olmayacaktır… Aynı şekilde, kamuoyunun muhtemel baskısıyla bir-iki başka maşa daha feda edilerek devletin “adil hakemlik” işlevinin bir kez daha kurtarılmış olması da hiçbir biçimde sürpriz olmayacaktır.

***

Fransız siyasal sistemine mizahın diliyle ağır eleştiriler yönelttiği için “Fransa’yı küçük düşürdüğü” iddiasıyla defalarca iç istihbaratın tehditlerine hedef olan ve sonuçta 19 Haziran 1986’da şüpheli bir “motor kazası”na kurban giden ünlü tiyatrocu Coluche’ün (gerçek adıyla Michel Gérard Joseph Colucci’nin) dosyası gibi; “Büyük Britanya Kraliyetinin itibarını zedeleyen” Galler prensesi Lady Diana’nın sevgilisi Dodi Al-Fayed’le birlikte 31 Ağustos 1997 tarihinde Paris’teki bir başka “trafik kazası”na kurban gitmesi dosyası da hukuki planda kapanmıştı…

1965 yılında Fas Kralı II. Hasan rejiminin muhaliflerinden sosyalist Mehdi Ben Barka’nın Paris’in ana merkezinden kaçırılıp öldürülüşü; 1988’de ANC (Afrika Ulusal Kongresi)’nin Fransa, İsviçre ve Lüksemburg temsilcisi olan Dulcie September isimli kadının Rue d’Enghien’e paralel bir sokakta katledilişi; ve yine, İran’ın eski Başbakanlarından Şapur Bahtiyar’ın 1991 yılında Paris’in banliyölerinden Suresnes’teki evinde öldürülmesi gibi olaylar, Paris’in oldukça kabarık olan politik cinayetler sicilinin çarpıcı örneklerindendir.

Bir de İspanya devletiyle el ele Bask direnişçilerine; Arap monarşileriyle suç ortaklığı dahilinde Filistin ve Mağribli sürgün muhaliflere karşı işlenmiş ve dönemin medya ağlarında kendine yeterince yer bulamamış düzinelerce cinayet vardır yüzleşilmeyi bekleyen…

Daha vahimi, Paris’te 17 Ekim 1961’de Cezayir’in bağımsızlık mücadelesine destek için yaklaşık 30 bin kişinin katıldığı barışçıl gösterinin, dönemin Paris Polis Müdürü Maurice Papon’un emriyle benzersiz bir vahşetle ezilişidir. Kurşunla yaralanan çok sayıda göstericinin özel polis timlerince Seine Nehri’ne atılarak öldürüldüğü 17 Ekim günü, Cezayirliler tarafından “kara gün” ilan edilmiştir. Günün bilançosu çok ağırdır: Resmî rakamlara göre 38 ila 48, gerçekte ise 200’ü aşkın ölü ve net tam tespit edilemeyen ancak yüzlerle ifade edilen yaralı vardır…

37 yıl boyunca inkâr edilen bu katliam, Cezayirlilerin eğilmez bir iradeyle yürüttükleri “hafıza mücadelesi” sonucunda Fransız egemenlerine ilk aşamada yarım ağızla da olsa 40 cinayeti kabul ettirmiş, ikinci aşamada ise, “kara gün”ün 60. Yıldönümünde ve bizzat Macron’un ağzından “kanlı bir baskın”, “bir devlet suçu” olarak tanımlanmasını sağlamıştır…

Son birkaç söz

Savaşların, sınır ötesi saldırıların, bölgesel ve küresel ölçekli yeni dalga bir silahlanma yarışının, kitlesel militarizasyonun, devlet bağlantılı tekil ve toplu cinayetlerin, tehditlerin gırla gittiği ve artık kimse için tekin olmayan bir tarihsel dönemin başlarındayız. Artan yoksullaşma, çaresizlik ve sosyopsikolojik-toplumsal kördüğümlerin biriktirdiği katmalı öfkenin her an yönünü şaşırıp yanlış hedeflerin üzerine boşaldığı zamanlardayız…

Her ülkenin egemen kastlarınca üretilen ve yeri-zamanı geldiğinde kullanılan kendi yabancı düşmanları/ırkçıları vardır. Türkiye, İran ve İsrail gibi kimi ülkelerin ise yalnızca yabancı düşmanı ırkçıları değil, bol miktarda yerli (otokton) düşmanı ırkçı da üretmektedir ayrıca.

Ermeni meselesini kendi usulünce “halleden” Türk egemen sınıflarının İran, Irak ve Suriye’de olduğu gibi müzmin bir Kürt düşmanlığına da saplanması ve Kürtlerin yaşadığı neredeyse her mekânı bir savaş alanı gibi telakki etmesi meselenin patolojik boyutunu teyit ediyor bir bakıma.

Dağdan gelerek bağdakini kovan Anglo-Sakson ve Latin kökenli sömürgeci beyazların Kuzeyi ve Güneyi ile tüm bir Amerika kıtasının yerli halklarını hedef alan düşmanlıkları ise sorunun evrensel boyutunu yeterince doğruluyor zaten.

Türk hâkim kastları “bebekten katil yaratır” da beyaz Avrupa ırkçılığı yetişkinden, emekliden cani yaratamaz mı?

Gelişmelerin nereye doğru evrildiği yeterince açıktır…

Devrimci-komünist özneler bakımından, devlet ve demokrasi gibi kavramların bulanıklaştığı, dost-düşman tanımlamalarının eksen kaymasına uğradığı, egemen sınıflar/devletler arası dalaşma ve dayanışmaya yanlış teşhislerin konulduğu böyle zamanlardaki yön tayini hayati bir önem taşıyor…

Aynı şey, eşitlik ve özgürlük arayışındaki ulusal ve toplumsal dinamikler için de geçerlidir…

Modern sömürgeci, kapitalist-emperyalist efendilerin değişmez nazarında iyi siyah, has kızılderili, mert Kürt kendi canını sömürgeci beyaz uğruna feda edendir… Nitekim, Kürt karşıtı cinayeti kınayan, protesto gösterilerine yetkili delegasyonlarıyla katılan Fransız Komün Partisi, Boyun Eğmeyen Fransa ve Yeşiller Hareketi sözcülerinin destek açıklamaları bile (kıymetli olmakla birlikte) benzer, üstenci argümanlar içeriyordu: “Kürtler, Rojava’da bizler için, ortak düşmanımız olan DEAŞ’a yiğitçe savaştılar”.

Bu nedenle de “siz burada, Paris’te rahat yaşayasınız diye biz DEAŞ’la savaşıyoruz. Ama siz bize yapılan saldırıları engellemiyorsunuz” minvalindeki argümanların kullanımına dikkat etmekte yarar vardır…

Zira, bağımsızlık ve toplumsal kurtuluş arayışındaki sayısız hareket gibi Kürt özgürlük hareketinin de tarihi, kurttan kaçarken ayının pençesine düşmenin acı tecrübeleriyle doludur…

Trajik bedellerle elde edilmiş bu tarihsel tecrübe, halkların ortak esareti demek olan kapitalist-emperyalist dünya sistemine ve onun ırkçı-faşist şiddetine karşı kalıcı çözüm arayışlarına, meşru öfke ve direnişine şöyle sesleniyor: “Bütün zorlu engellere karşın, sebatla ve inatla ezilen halklar ve toplumsal/sınıfsal dinamikler arası dayanışmayı, bunların birleşik/kolektif eylemini örmeye omuz verin! Çünkü başkaca bir mucizevi çözüm yolu bulunmuyor tarihin kayıtlarında!”