‘Soykırımcı, Katliamcı Bir Devlet Geleneği ve Dersim’

Cumhuriyet döneminin farklı dil, din, mezhep, ulus, azınlık, sınıf ve halk katmanlarına yaklaşımı, Osmanlı’dan devralınan zihniyettir, daha kurumsaldır ve planlıdır. Dersim özgülünde formüle edilen de, bu ırkçı anlayıştır.

Ezilen halkların, ulusların, azınlıkların ya da inanç gruplarının yaşam haklarını gasp ederek zulüm ve kan ile «muzaffer» olmaya çalışanların, sonsuz iktidar olma ve geleceklerini garanti altına alma düşleri, er ya da geç özgürlük kavgası veren halkların mücadeleleri karşısında, düş kırıklığına dönüşecektir. İflah olmaz karanlığın sahiplerinin yaşattığı acı ve ıstırap, insanlık tarihinin ilericiliğini temsil eden hükmünde kendisine dönmekte, zulüm ile sağlanmış gerici otoritelerinin köklü sorgusuna dönüşmektedir. Tarihte zulüm edenlerin karnelerinde, geçici hükümranlık ya da iktidar olma dışında başarı yoktur. Onların karnelerinde; avuçlarının içi mazlum halkların ve ulusların kanlarıyla dolu, ezilenlerin yaralarının sancıları üzerinde kurulmuş gerici “saltanatları” vardır

Gericiliğin bu emeli karşısında, ezilen halkların ve mazlum ulusların mücadelelerinde simgeleşen, göğün berraklığı ve şafağın renginde karanlığı dehşete düşüren ışık vardır. Her insanlaşma kavgasının hiddeti, külün altında yatan ateşi harlamaktadır. Zulümden ancak ki bu ateş hesap sorar. Yani, tarihin zulüm ve tiranlığından varlık zemini bulanlar, halkların katliamı üzerinden yol alanlar, tarihsel haksızlıklarla hesaplaşamazlar. Yaptıkları soykırım ve katliamlarla yüzleşemezler. Bu gerçek, genelde dünyada ve özel olarak Ortadoğu, Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasında, her an, egemenlerin uyguladığı zulüm ve döktükleri kan üzerinde pratikleşirken, faşist Türk hâkim sınıflar devletinin en yetkili ağızlarının, tarihteki katliamları “lanetleme” söylemleri üzerine vurgulanmalıdır. Seçim malzemesi, klik çatışması, siyasal rant malzemesi haline getirilmiş bu katliamlar, Dersim katliamı özgülünde her dönem farklı söylemlerle gündemleşmektedir. Kuşkusuz, 1937-38 yıllarında başlayıp bitmeyen Dersim Katliamı, Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasında tek katliam olmadığı gibi, sorgusu ve yargısı ile aynı damardan beslenen, aynı gerici sistemin kurumsal temsileri tarafından söylenen bir «özürle» sonlanacak bir mesele de değildir. Mesele, tarihsel olarak gerici bir egemenliğin sistemli olarak uyguladığı bir politikadır. İnsanlık tarihi, bu katliamlar ve soykırımlarla, gerici bir egemenlik çizgisinin yarattığı gerçekler ekseninde bu politikalarla hesaplaşacaktır, hesaplaşmaktadır.

Yani: Gerici egemenlikler iktidarında, işlenmiş katliam ve soykırımları incelerken, nedenlerini, niçinlerini, o egemenlik sisteminin politikalarında aramak gerekir. Halklara ve mazlum uluslara katliam politikası, gerici iktidarlarda kurumsal bir politikadır. Yoksa kurumların başına geçen farklı kişilerle özde farklılaşan bir durum değildir. Tarihimizi ilgilendiren bir örnek olması babında, Kürtler, tarihsel süreçler boyunca hep katliamlara uğramışlardır. Katliamlarla, soykırımlarla, halklarımızın yaşamında vuku bulan bu süreçlerin doğru değerlendirilmesi için; o dönemlerin egemeni olan devlet ya da imparatorlukların politikalarını incelemek gerekir. 1514 yılında Müslüman, Sünni-Kürt aşiretlerinin Yavuz Sultan Selim’le kurdukları ittifak ile öldürülen 700 bin Kürt ve Kızılbaş’ın neden, niçin ve hangi amaçla katledildiğini anlamak, nedenlerini objektif olarak ortaya koymak için, ait dönemlerin devlet politikalarını sorgulamak gerekir. Yazımızın konusu tarihsel süreç boyunca Kürt ulusu ve halkının uğradığı kıyımlar olmadığından, sadece bu genel vurgu ile yetinip, asıl konumuz olan Dersim gerçeğiyle devam etmek istiyoruz. Dersim Katliamı’nı yaratan nedenler ve tarihsel bağları; Roma-Bizans İmparatorlukları, Selçuklu, Osmanlı İmparatorlukları zamanında işlenen katliam ve soykırımlarda aramak gerekir.

1230’larda (kimi kaynaklar Roma-Bizans, kimi kaynaklar ise Selçuklu kuvvetleri olarak belirtmekte) Baba İlyas’ın katledilmesi, farklı mezhep ve uluslardan mazlumlara karşı işlenen ilk ve son cinayet değildir. Bu olaydan hareketle, 1239’da güçleriyle zalimin zulmüne karşı haklı tepkisini örgütleyen Baba İshak ve yanındaki halk, Selçuklu Sultanı ll.Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından Haçlı ordularının da yardımı alınarak, Kırşehir yakınındaki Malya Ovası’nda katledildiler. Baba İlyas ve Baba İshak’ın katledilmelerine vacip diyen zihniyet, yıllar boyunca Türkiye ve Kürdistan coğrafyasında katliam naralarına dönüşmüş “tekleştirme zihniyetidir.” Şeyh Bedreddin, Torlak Kemal, Börklüce Mustafa, inançsal, kültürel, ulusal, mezhepsel, siyasal olarak “tekleştirme” zihniyetine karşı, insanlığın ortak değerleri ve haklarını savunma mevzilerinde canlarını feda ettiler.

Gerici Egemenliklerin Dersim Seferleri, Mazlum ile Zalimin Çatışmasıdır

1937’de Dersim’de toplu bir katliam yapılmıştır. Bu katliam evrensel insan hukuku açısından bir soykırımdır. İnançsal, kültürel, ulusal, sınıfsal bir «soykırım» olmasının yanında, doğaya karşı da işlenmiş bir suçtur. Bu içerikteki katliam, Dersim coğrafyasında gerçekleştirilmiş ne ilk katliamdır ne de sonuncusudur. Dersim coğrafyasındaki katliamların tarihi, Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihi içinde başlamıştır. Ve bugün Dersim Katliamı’nı tarihsel gerçekliğiyle doğru anlamak ve buna uygun tavır oluşturmak açısından, kronolojik olarak tarihsel süreçte yaşananları incelemekte fayda vardır.

Osmanlı yönetiminden önce, Dersim, Safevîlerin yönetimini kabul eden bir bölgedir. İslamiyet’in Alevi mezhebini o dönemlerde kabul eden Dersim halkı, Safevîlerle olan bu ortak özelliğinden kaynaklı, onlara bağlı ve onlarla barışık yaşamışlardır. Fakat 1514 Çaldıran Savaşı sonrası durum değişmiştir. Çaldıran Meydan Muharebesi’nin esas nedeni; Osmanlı İmparatorluğu’nun özellikle «Kızılbaş» olarak da ifade edilen, Alevi toplumuna karşı olan düşmanlıklarıdır. Ve 1514 yılında Safevîlerin yenilgisiyle sonuçlanan savaşta, bölge Yavuz Sultan Selim padişahlığındaki Osmanlıya geçmiştir. Özellikle 1511 Şah Kulu «isyanı» adı altındaki olaydan hareketle, bu dönemde Yavuz’un yağmacı ve katliamcı orduları Dersim’e seferler düzenlemiş ve katliamlar yapılmıştır.

Bu ve sonrasında Osmanlı hükümranlığının gerçekleştirdiği katliamların temel nedeni; Dersim’in Osmanlı yönetimini kabul etmemesi, kendi bağımsız yönetimi altında yaşamak istemesi, Osmanlı’ya asker ve vergi vermemesidir. Ağır vergi koşulları ve Osmanlı’nın zulümkarlığına tavır alan Dersim halkının maruz kaldığı bu katliam; Yavuz Selim’in ordusuyla Anadolu’ya geçerken istihbari çalışmalar sonucu tespit edilip katledilen 40 binin üzerindeki Alevi halkı ve ileri gelenlerinin süre giden katliamlarını teşkil etmektedir. «İsyan vardı, ordularımız isyanı bastırdı» safsatasıyla katliamları meşrulaştırma yaklaşımının kökleri, yaşanan katliamlar gibi bu tarihe dayanmaktadır. Oysa zalimlerin zulüm kusan otoritelerini kabul etmemek, zulmü besleyen, var eden araç, kurum ve bunların hukukunu tanımamak en değerli evrensel insani haktır. Hiçbir ulus, azınlık, etnik grup, mezhep, sınıf bu hakkını kullanmasından dolayı katledilemez, baskıya ve zulme tabi tutulamaz. Osmanlı İmparatorluğu’nun hüküm sürdüğü tüm coğrafyalarda ve sonrasında onun bu damarlarından beslenen “Türkiye Cumhuriyeti” devletinin; Anadolu ve Kuzey Kürdistan’da gerçekleştirdiği sayısız katliamları, «isyan bastırma» bahanesi altında gerçekleştirmesi, ne haksızlığa uğrayan ezilen halkların ve mazlum ulusların isyan hakkını kullanmasıyla meşrulaştırılabilinir ne de ezilenlerin isyan hakkı gayrı meşru görülebilinir.

Çaldıran Muharebesi süreciyle Dersim’e sefer düzenleyen Osmanlı orduları, katliam ve yağmalara karşın Dersim’i teslim alamamış, Dersim’in barbarlığın otoritesine boyun eğmeme tavrından geri adım attıramamıştır. Bu durum Osmanlılar için yeni seferler vesilesidir.

Osmanlı İmparatorluğu, 18. yy sonu ve 19. yy ilk yarısında Kürt coğrafyasında katliamlar üzerinden egemenliğini tesis ederken, önemli düzeyde Kürt beyliklerini merkezi otoriteye bağlamıştır. Ama Dersim onlar için çıbanbaşıdır. Müftülerince özel fetvalar çıkarılarak katledilmesi «helal» kılınmış, yaşam alanları, yurtluklarının yağmalanması «cennet yolu» olarak vaaz edilmiştir. Osmanlı Devleti’nin merkezi politikasının sonucu olarak, kısa vurgularla Dersim’e düzenlenen seferleri, konumuzun anlaşılması için ifade etmek yararlı olacaktır.

1860 yılında, Osmanlı İmparatorluğu’nun Erzincan Ordu Müşiri Mehmet Derviş’in ordusuyla Dersim’e saldırısının gerekçesi; Dersim’i, merkezi Osmanlı Devleti’nin kölesi haline getirmektir. Dört yıl süren savaşta Dersim direnmiş ve Osmanlı ordusu hiçbir şeye muvaffak olamadan büyük kayıplar vererek geri çekilmek zorunda kalmıştır.

Bu yenilgiden sonra, Osmanlı Devleti 1875 yılındaki Osmanlı-Rus savaşında, Dersim’den yardım istemiş ve Dersim’i bu savaşın içine sürüklemek istemiştir. Osmanlı Devleti, silah ve cephane yardımı karşılığında Dersim’den istenen bu yardımla; bir taşla iki kuşu vurmayı planlamaktadır. Amacı; hem Dersim’deki savaş gücüyle Ruslara karşı avantajlı konuma gelmek hem de savaşta zayıf düşen ve Ruslarla düşmanlaşan Dersim’i güçsüz düşürüp kendisine bağlama hesaplarında avantajlı konuma gelmektir. O dönem Dersim merkezde hâkimiyet sürdüren Süleyman Ağa ve Kozıcan iradesi olan Şah Hüseyin inisiyatifindeki Dersim bileşeni bu oyuna gelmemiş ve Osmanlı Devleti’ne bağlılık reddedilerek, Ruslara karşı savaşa girilmemiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun bu oyunlarını boşa çıkarma ekseninde işleyen süreç; 1864 yılından başlayarak, bölgede, Osmanlı Devleti’nin Dersim iradesi karşısında güç yitirmesi, hâkim olamaması tarzında gelişmiş ve Dersim teslim alınamamıştır.

Bu gelişmelerin akabinde Osmanlı Devleti’nin Dersim’e düzenlediği yeni seferinin adı; Kürt İsmail Paşadır. 1876 yılında İsmail Paşa, cepheden savaş açmak yerine; bazı aşiretleri belirli vaatlerle direniş güçlerinden koparmayı hedefleyerek Osmanlı yönetiminin yanına çekme, hileler ve iç güveni zedeleme üzerine şekillendirmiştir. 12 taburluk orduyla bugünkü Hozat bölgesinde belirli denetimler kuran Kürt İsmail, gelişmelerden güç alıp Bahtiyar aşiretinin üzerine saldırınca ummadık bir direnişle karşılaşmış, kuvvetlerinin büyük çoğunluğu ölürken geri kalan kısmı esir alınmıştır. İsmail Paşa’nın yenilgisinin ardından bölgeye gönderilen Muhtar Ahmet Paşa da, Dersim direnişi karşısında aynı sonu yaşamıştır.

Bütün bu seferlerle bölgede hâkim olamayan tiranlığın «barış» hilesinin elçileri; Ali Şefik Paşa ve ‘Bölgede Osmanlı’nın yaptıkları suçtur’ kandırmacası ile güven olmaya çalışan atanmış Müşir Zeki Paşa’dır. Bu süreç yeni katliam planları yapan Osmanlı saltanatının, Dersim halkının duygularını okşayarak geçici sükûnet sağladığı dönemdir. Ama sürecin gelişimine nitelik veren, göreceli olarak sağlanan sükûnet değil, Osmanlı ile bölge halkı arasındaki çatışmadır. Osmanlı’nın ordu kumandanları ve atanmış memurları tarafından her fırsatta, Osmanlı’nın merkezi olarak belirlediği Sünnileştirme, ağır vergi hükümleriyle köleleştirme ve orduya asker için insan kaynağı haline getirme politikası uygulanmaya çalışılmaktadır. Uygulama pratiğindeki zulüm ve zorbalık, 1907’de Dersim’de yine haklı ve meşru bir direnişle karşılık bulur. Bu tarihte Osmanlı kuvvetlerinin başındaki Miralay Halis’in karşısında, dört bin kişilik bir kuvvete önderlik yapan Kureyşan aşiretinin reisi Ali Çavuş vardır. Şemkan aşiretinin kuvvetleriyle beraber harekete geçen Dersim güçlerine karşı, 1908’de yeni kumandan olan Neşat Paşa komutasında Değirmen dere mevkiinde yenilgiye uğrayan yedi taburluk Osmanlı güçleri, yeni katliamlar için sefere geçmişlerdir. Hozat ve Şavak mevkilerinde süren çatışmalarda Dersim güçlerinin Osmanlı’ya geçit vermeyen direnişleri, Osmanlı’yı daha kudurganlaştırmış, bunun üzerine ise Osmanlı Erzincan’dan 8. tabur ve 26 süvari alayını, Kemah piyade topçu alaylarından oluşan ordularını, Kelkit, Trabzon, Karahisar, Koçhisar, Hamidiye gibi merkezlerden toplayarak Tercan ve Pülümür’e göndermiştir. Dersim’de bulunan Neşat Paşa güçleriyle birlikte 22 taburluk Osmanlı ordusu, Dersim’i teslim alma seferlerine bir yenisini eklemiştir. Osmanlı Devleti’nin bu saldırısı Batı Dersim’de bir birleşme yarattıysa da, Doğu Dersim’de bir birleşme yaratamamış olması ilk başlarda Osmanlı kuvvetleri için bir avantaj oluşturmuş, fakat Ferhat, Koçan ve Karabal aşiretlerinin Keko ağa önderliğindeki direnişi Osmanlı kuvvetlerinin ilerleyişini engellemiştir. Mazlumun direnişi karşısında dağılan Osmanlı kuvvetleridir. Ama Keko ağanın bu muharebede ölmesi, Dersim güçlerinde savaşı yönetme zafiyeti doğurduğundan, Osmanlı güçleri Hozat’a kadar ilerleyebilmiş, gelen yeni güçle 35 tabura ulaşan Osmanlı ordusu ise merkez üs olarak Seyit Rıza’nın köyü olan Ağdat’ı seçmiştir.

Boşalan köyler, maddi varlıkları ve yiyecekleriyle yediden yetmişiyle dağlara sığınan bu halk gerçeği, Osmanlı ordusunun zulmünün sonucudur. Ama zulüm mazlumun karşısında bir kez daha müşküldür. Zulüm, Doğu Dersim’in de zulme karşı savaş mevzisinde yer almasıyla, bir kez daha yenilgiye uğrayacaktır. Keçelan, Lolan, Balan aşiret kuvvetlerinin Danzi ve Hersi mıntıkasındaki Osmanlı işgalci ordusuna baskını, Haydaran ve Demanan aşiretleriyle birlikte direniş hattına yeni bir moraldir. Haydaran Dağları’nda ve Ovacık coğrafyasında teslim olan Osmanlı güçleri, zulümlere ve kıyımlara teslim olmayan Dersim güçlerinin muzaffer duruşunun somut ifadesidir.

Gerici Osmanlı geleneğinde zulüm ve hile yan yana olup birbirini hep beslemiştir. Direniş karşısında acze düşen Osmanlı, «saldırmayacağız ve kimseye dokunmayacağız» hilesiyle aşiret ileri gelenlerini etkilemiş, bazı aşiretler bu durumu kabul edip tarihsel olarak ihanet elbiselerini giymişlerdir. Osmanlı Devleti ‘Süreç, uzlaşma süreci’ dese de, bir yandan da gönderdikleri heyetlerin raporları doğrultusunda, Dersim’in imhasını planlamıştır. Osmanlı Mebusanı’nın Dersim’in ıslahatı ile ilgili müzakereleri; dördüncü ordunun, Müşir İbrahim “Paşa” komutasında harekete geçirilişi, yeni bir Osmanlı saldırısının verileridir. 30 Haziran 1909’da, Osmanlı’nın barış hilesine aldanmayıp bağımsız duruşlarını koruyacaklarını ilan eden Seyit Rıza ve diğer direnen aşiretler bu öngörülerinde haklı çıkmışlardır. Piyade taburlar, batarya topçu birlikleri, süvari alayları ve muharebe takımlarından oluşan donanımlı Osmanlı ordusu, 1909 ve 1912’de Dersim’e iki kapsamlı sefer daha düzenlemiştir. Fakat Seyit Rıza’nın önderliğinde gösterilen direniş Osmanlı’nın bu iki seferinde de sonuç almasına olanak tanımamıştır.

Dersim’i katliam seferlerinde olan Osmanlı, 1914 yılında I. Emperyalist Paylaşım Savaşı patlak verdiğinde, Dersim aşiretlerinden, bir aymazlık örneği olarak yardım istemiştir. O dönem Osmanlı ordularının kumandanı Enver Paşa, Dersim aşiretlerini ikna etmek için, belirli nüfuz sahibi Kürt beylerini harekete geçirdiği gibi, Osmanlı İmparatorluğu yönetimiyle barışık yaşayan Hacı Bektâş-ı Velî evlatlarından Cemalettin Efendi’yi harekete geçirerek (Cemalettin Efendi Osmanlı himayesinde çalışan Alevidir), bölgeyi savaşa girmeye ikna için Alevi nüfuzunu kullanmak istemiştir. Bölgesel, ulusal, mezhepsel hak talepleri ve bugüne kadar Osmanlı’nın düzenlediği seferlerde doğan zarar ziyanların savaştan sonra ödeneceği yalanının da bölgede yoğun propaganda edilmesi, bir başka riyakârlıktı. Ama bütün bu hileli çalışmalar sonuç vermemiş ve Dersim esas güçleri bağlamında Ruslara karşı Osmanlı’nın yanında savaşa girmemiştir. Doğu Dersim aşiretlerinden bazı aşiretler Osmanlı’nın yanında savaşa girse de, bu Dersim aşiretlerinin tavrı bağlamında, esası teşkil etmemektedir. Ve Dersim, Rusların olası saldırısını hesaplayarak Munzur Dağı paralelinde bir savunma hattı oluşturmuş fakat Osmanlı ordularıyla Ruslara karşı savaşa giren aşiretler dışında (bunlar Doğu Dersim’deki bazı aşiretler ve Osmanlıların bazı vaatlerine kanarak Osmanlı’dan yana savaşa katılan Baban aşireti reisi Gül ağadır.) Ruslarla Dersim aşiretleri arasında bir çatışma yaşanmamıştır.

Bu durumu da hazmedemeyen Osmanlı, 23 Nisan 1916’da Çerkez alaylarını da Dersim’e sevk ederek Pertek Çarsancak bölgesinde köyleri yakıp yıkarak yağmalamış, ele geçirdikleri çoluk, çocuk, kadın ve yaşlıları katletmiştir. Seferler ve katliamlar, Osmanlıları Dersim’de muzaffer kılmamıştır. Gelenekselleşen Osmanlı seferleri, gelenekselleşmiş bir direnişle geri püskürtülmüş ve Dersim teslim olmamıştır. (1)

Türkiye Cumhuriyeti Dönemi, Farklı Ulus ve Azınlıklara Karşı Yürütülen İmha Siyaseti, Bu Siyasetin Olgunlaşma Süreçleri ve Dersim

Cumhuriyet döneminin farklı dil, din, mezhep, ulus, azınlık, sınıf ve halk katmanlarına yaklaşımı, Osmanlı’dan devralınan zihniyettir, daha kurumsaldır ve planlıdır. Dersim özgülünde formüle edilen de, bu ırkçı anlayıştır. Ulus devlet, bu ırkçı zihniyet üzerinden şekillenmektedir. Hâkim etnik kimlikle kurulan ilişki ve onun devlet modelinde ifade ediliş biçimi; ırkçıdır, faşisttir. I. Emperyalist Paylaşım Savaşı koşullarında, Misak-ı Millî siyasi deklarasyonunda millet kavramı; Kürt, Laz, Çerkez, vb. gibi çoğulculuğu içerirken, Cumhuriyetin ilanıyla birlikte bu tek ulus (Türk), tek dil (Türkçe), tek din (Sünni İslam) gibi “tekleştirme” siyasetine evirilmiştir. Bu “tekleştirme” siyaseti, başta Kürt ve Ermeniler olmak üzere çeşitli azınlık ve uluslardan sosyal grupların, katledilmesinin ideolojik-siyasal özüdür. Ermeni Soykırımı bunun bir sonucudur. Kürt, Zaza, Ermeni ve mezhepsel olarak Alevi olan Dersim kıyımı, bu ırkçı faşist zihniyetin sonucudur. Bu ırkçı zihniyet Cumhuriyet dönemi “Türkiye”sinde ideolojik, siyasal perspektif olması bağlamında, esas itibarıyla Tanzimat Dönemi içinde şekillenmiştir.

Tanzimat Fermanı (1839 Gülhane Hatt-ı Hümayun); dağılma sürecine giren Osmanlı İmparatorluğu’nu ayakta tutma hamlesidir. Mali alanda, güce göre vergi, devlet harcamalarında kontrol, askeri alandaki düzenlemeler, ceza yargılamasındaki değişiklikler, can güvenliği, ırz ve namus dokunulmazlığı, mülkiyet hakkı, müsadere hakkı ve eşitlik ilkesi gibi meselelerde, Abdülmecit yönetiminde Batı (kapitalist) hukukuna entegre olma çabasıyla bir «yenilenme» refleksidir. Ama meselenin özü; mevcut haliyle varlığını idame ettiremeyen Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı’nın desteğini alarak uluslararası boyutta ve iç meselelerde tıkanan sorunlarına bir çözüm üretmektir. Ama bu süreç kısmi olarak Osmanlı İmparatorluğu’na biraz daha yaşama soluğu vermişse de, esasta Batı (kapitalist) sermayesinin Osmanlı coğrafyasında kendini inşa etme süreci olarak gelişmiştir.

İlk kâğıt paranın dolaşıma sokulması, Fransız Ticaret Kanunu’na göre kanun çıkarılıp ticaretin bu esaslara göre yapılması, yargılama ve ceza hukukunun Batı sermayesi ekseninde ele alınması ve en önemlisi, başta İngiltere olmak üzere ciddi borçların alınması, bu sürecin ana başlıkları olarak sıralanabilir. Batı sermayesi bunu yaparken, aynı zamanda, padişah buyruğunda katı bir imparatorluk sistemi yerine, padişahın tek elden katı yönetimini daraltan ve sermayenin çıkarları ekseninde devlet kurumu olarak şekillenen yönetsel mekanizmaları tercih etmekteydi. “İlk Türk anayasalcı yönetim” olarak tarihte atfedilen Tanzimat Fermanı’nın özünde bu yatmaktadır. Yoksa Osmanlı padişahının kendi rızasıyla yetkilerini daraltıp, azınlık ve farklı dinlere mensup sosyal gruplara belli haklar içeren yukarda başlıklar halinde içeriğini ifade ettiğimiz Tanzimat Fermanı’nı çıkarması beklenemez. Yani fetihlerle fethettiği topraklarda kılıç zulmüyle toplumsal gelişimin karşısında tutunamayan Osmanlı İmparatorluğu, gelişen kapitalist üretimin sermayesi ve sanayisine yeniliyordu.

1876’lara kadar süren Tanzimat Dönemi bu içerikte gelişim göstermiştir. Kendi çıkarlarını tesis etme ekseninde varlığını örgütleyen Batı, Osmanlı İmparatorluğu’nun kendi iç çelişkilerinden kaynaklı olan sorunlarını daha da derinleştirmiştir. Derinleşen bu sorunlar, esasta iki siyasal sonucun keskin bir şekilde çatışmasıyla, toplumsal yaşamın gelişimine nitelik vermekteydi: Osmanlı zulmü altında yıllardır esir olan ulusların, bağımsızlık, kendi ulusal haklarına sahip olma mücadelesi ve ezilen halkların eskisi gibi yönetilmek istememe talepleri… Bu sosyal ve ulusal dinamiklerin karşısında, Osmanlı yönetimine muhalif ama Osmanlı geleneğini yeni sürece göre bir egemenlik olarak tesis etmeye çalışan anlayış da süreç içinde olgunlaşıyordu. İttihat ve Terakki Fırkası; Osmanlı İmparatorluğu’nu sona doğru götürdüğüne inandıkları Hamit yönetiminden kurtarmanın projesi olarak, 1889 yılında bu anlayışla kurulmuştur. Dönem itibariyle toplumsal yaşamda aydınlanma ve çağdaş devrimler isteme mücadelesi olgunlaşırken, İttihat ve Terakki Fırkası böyle bir ideolojik temelden yoksundu. Esasta bir takım askeri kadrolar ile Osmanlı yönetimindeki bazı devlet yöneticilerinin de desteğini de alarak Osmanlı İmparatorluğu’nu yaşadığı bunalımdan kurtarma maksadıyla kurulmuştur.

İttihat Terakki Fırkası Süreci ve Ermeni Soykırımı

Burada İttihat ve Terakki sürecini ayrıntılı olarak inceleme durumunda değiliz. Konumuz bağlamında ifadelendirmek gerekirse, İttihat ve Terakki, Osmanlı geleneğinden köklü bir kopuş değildir. Osmanlı zihniyetine bağlı kalınarak, Osmanlı İmparatorluğu’nu “kötü” yöneticilerden “kurtarma” çalışmalarıdır. 1895 yılında Abdülhamit’e darbe girişimleri, toplumsal devrimin dinamikleri içinde örgütlenmeden çok Osmanlı Devleti’nin tebaası içinde gizli örgütlenmeleri ve süreç itibariyle özellikle Alman sermayesiyle olan ilişkileri, ittihatçıların niteliğine dair önemli verirlerdir. Yani çöküşe giden Osmanlı İmparatorluğu, İttihatçıların acılarını teşkil etmektedir. Zayıflayan ve irtifa kaybeden Türk hâkim sınıf egemenlik sistemi, ülkülerine uymamaktaydı ve yeniden tesis edilmeliydi. Fransız İhtilali’nde burjuvazinin sloganlaştırdığı ezilen yığınların ideallerini manüpilasyon ve tatmin aracı olarak ele alıp, 1908 “devrimini” örgütlemeleri, gelecekte sadece Türkler için bir Türkiye ideallerinin adımıdır. İkinci Meşrutiyet Dönemi ve Kânûn-i Esâsîye’nin yürürlüğe girmesiyle, ittihatçıların, farklı ulus ve azınlıklara, muhaliflere karşı yöntemleri, niteliklerinin dışavurumudur. Sopalı Seçimler (Şubat 1912’de yapılan meclis seçimlerinde yaşanan şiddet olayları, usulsüzlükler ve “TC”nin adaylarının tüm alanlarda seçimi “ kazanmaları”), Bab-ı Ali baskını (Balkan savasının yenilgisi üzerine milliyetçi politikasına yeni bir zemin bulan İttihatçılar,1913 yılında Enver paşa öncülüğünde Bab-ı Ali’de toplanan hükümet toplantısını basıp darbeyle hükümeti ele geçirmesi olayı), birçok muhalif aydın ve gazetecinin katledilmesi, 31 Mart Vak’ası’nda kullanılan şiddet ve 1915 Ermeni Soykırımı öncesi 1909 yılında iki aşamalı olarak gerçekleşen Adana katliamı, ırkçı Türk şovenizminin İttihat nazarındaki kurumsallaşmasıdır.

İttihatçı Terakkiperver Partisi nazarında kurumlaşan ırkçı zihniyet; Türk-İslam sentezinden oluşan Turancılıktır. Bu konuda Türk milliyetçiliğinin kilometre taşı olarak kabul edilen Ziya Gökalp’in, İttihatçıların ideolojik mürşidi olduğunu belirtmek gerekir. Gerileme dönemi ile birlikte ‘Türk egemenliği tehlikededir’ sloganıyla sürece göre örgütlenen ırkçı şoven Türk milliyetçiliği, yine Gökalp’in deyimiyle ‘Şiddet yoluyla Türkiye’yi temizlemek gerekir’ felsefesiyle askeri hedefini belirlemiştir. Askeri model; yüzyıllardır militarizm ve fetihçi eğilimle beslenen, Osmanlı’nın hâkim ırkı olan Türklüğü daima bunun üzerinde ordugâhlaştıran yaygın savaşçı ve fetihçi ruh haliyle şekillenmenin mirasıdır. Bu miras Osmanlı İmparatorluğu’nu sarıp sarmalayan İslam öğretisiyle birleşmiş, gayrimüslimlere, farklı uluslara karşı, asimilasyon, jenosit, hep aşağı tabaka görme siyasetinin özünü teşkil etmiştir. İttihat’ın bir siyasal fırka olmasının yanında gizli suikastçı bir örgüt olarak örgütlenmesi; başından itibaren “vatanseverler” olarak motive edilen ve her türlü entrika, sahtekârlık üzerine şekillenen dayanışmacı komitacılığın, hiyerarşik olarak konumlandırılması, fırkanın kamuoyuna deklere edilen programlarının dışında, farklı din ve uluslara, ezilen azınlıklara karşı bir suç teşkilatı olarak kullanılması hedeflerinden dolayıdır. Ki İttihat’ın 1913’lerden sonra iktidarı almasından sonra bu eğilimleri daha açık olarak ortaya çıkmış olup, devlet sürecini merkezi olarak örgütlemeyi; geniş ölçekli kitlesel kıyımlar, cinayetler üzerine biçimlendirerek, örgüt içinde gizlilik, sadakat ve alışılmışın dışında bir disiplinle ele almıştır. Türk milliyetçiliğini despotik ve fanatik bir şekilde örgütleyen İttihatçılar, kitlesel katliamlar ve cinayetlerde birer suç makinesi olarak kullanabilecekleri insan unsurunu da genelde Osmanlı İmparatorluğu’nun hapishanelerinde yatmakta olan “suçlulardan” oluşturdu.

İttihat ve Terakki Fırkası’nın bu ideolojik, siyasal ve örgütsel hedef ve konumlanışında, başta Ermeniler olmak üzere Rumlara ve diğer azınlıklara uyguladığı soykırım ve katliam, bazı uluslararası ve ülke içi gelişmelerde iyi birer gerekçe yapılarak, Türk “Cumhuriyet” sisteminin faşist özünü mayalamıştır. Her şeyden önce, gerileme dönemiyle birlikte fethettiği toprakları birer birer kaybeden Osmanlı İmparatorluğu, 1912 sonbaharında yaşanan Balkan savaşı yenilgisiyle yeni bir krizle baş başadır. Osmanlı egemenliğinin Türk-İslam sentezli “demir yumruğu” altında asırlardır ezilen, başta Hıristiyan halklar olmak üzere, Bulgarlar, Sırplar ve Rumlar ayaklanmıştır. Fakat savaş Makedonya meselesi ile farklı bir boyut kazanmıştı. 1878 Berlin Antlaşması ile Türkler, Makedonya ve Ermeni reformlarını gerçekleştirmeye yanaşmıyordu. Türkler bu anlaşmanın hükümlerini yok saydığı gibi, 1912 yazında Üsküp ve Koçani’de iki büyük katliam yapınca, Rumlar ve Sırpların birleşik askeri gücü karşısında Osmanlı büyük bir yenilgi aldı. Balkan Savaşı yenilgisiyle boyutlanan gerileme dönemi, İttihatçılar açısından daha farklı bir korkunun büyümesine neden olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun giriştiği muharebelerde aldığı yenilgilerle karamsarlığa kapılan Türk tebaasının korkularını, ırkçı şoven dünya görüşlerinin zemini haline getiren İttihatçılar, mevcut gerilemenin sonucu olan dağılma krizini; kendileri açısından gelecek süreci örgütlemenin zaruriyeti haline getirmişlerdir. Kaygıların merkezinde özellikle Makedonya nezdinde yitirilen Balkan coğrafyasının ardından, hüküm sürülen coğrafyadaki başta Ermeniler olmak üzere ezilen uluslar ve azınlıklar meselesi vardır. Bu kaygı İttihat’ın ideolojik önderlerinden olan Abdullah Cevdet’in kaleminden çok açık deklere edilmiştir.

“Bu tarakalar (top gürültüleri), bu darbeler bizi uyandırabilecek mi?  Beni korkutan Bulgarların topları değil… Bana canım Çatalca’da, Edirne’de yangın varken, devletin hayatı tehlikede iken, hiç Anadolu düşünülür mü?  Demeyin. Hayatımızın her anını Anadolu’dan alıyoruz. O bizim kalbimiz, kafamız ve havamızdır.(Türkiye’de Siyasi Partiler, Tarık Zafer Tunaya, Hürriyet Vakfı Yayınları) Yine aynı şahısın “Andonian” adlı eserinde verilen alıntı, konumuz açısından önemlidir. “Fakat çok daha etkili olanı bugün tekrar hayata geçirmeye çalıştıkları 23.maddeyi (Berlin paktının Makedonya’ya ilişkin bazı ulusal haklarını taahhüt altına alan ve Osmanlının daha sonra uygulamadığı karar. yn.),yarın 61.maddeye(yine aynı paktın Ermeniler ve diğer azınlıklara dair reformları taahhüt eden madde. yn.) benzer bir gayretin takip etmeyeceğini ve Doğu Anadolu’yla da alakalı olarak aynı şekilde bir müdahale hakkı iddiasının yapılmayacağını kim garanti edecek. Sadece Rumeli’yi düşünmemeliyiz. Aynı zamanda Doğu Anadolu’yu düşünmeliyiz. Zira Rumeli’yi bekleyen kaderden Anadolu’yu korumak mümkün olmayacaktır

İttihatçıların kaygıları ve hedefleri açıktır. Hüküm sürdüğü coğrafyayı, Türk kimliği esasına göre homojen bir yapıya kavuşturmak, bunu gerçekleştirmek için hiçbir şiddetten kaçınmamak ve bunu gerçekleştirmek için de, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme yıllarıyla paramparça olmuş ruh halini kullanmak. İttihat’ın kuruluşu, Jön Türkler olarak birinci ve ikinci kongre tartışmalarında, Meşrutiyet’in ilanında, dahası 1908 Jön Türk devrimi ve sonrasında darbeci şekilde iktidarı daha sağlam olarak denetimi altına alma sürecinde, üstünde yürüdüğü temel zemin bu olmuştur. İktidarı aldıktan hemen sonra, Talat Paşa’nın inisiyatifinde, katliamcı Dr. Nazım ve Dr. Şakir denen bağnaz Türkçüler tarafından tasarlanıp, soykırımlar ve katliamlar uygulamasında bir aygıt olarak konumlandırılan, Teşkilât-ı Mahsusa’yı, rolü açısından burada kısaca vurgulamak gerekir.

“Türk siyasi çeteleri sahneye 1914’te garp kıyılarında ortaya çıkarak 1915’te hapishanelerden bu gayeyle azad edilen mücrimlerle takviye edildikten sonra, İttihat ve Terakki Hükümetinin Anadolu’nun Aydın haricinde bütün vilayetlerinde Ermeniler aleyhindeki entrikalarını hayata geçirdiler. Ermeni sivil nüfusu köy ve kasabalardan “tehcir edildi” ve üniformalı jandarmaların refakati altında “temerküz” gayesiyle sevk edildi. Lakin yolda çeteler ortaya çıkıyor ve katliam başlıyordu.” (Arnold Toybee.The Western Question in Greece und Turkey, Boston. New York 1922.)

Osmanlı Türklerinin İmparatorluğu’nda, hüküm sürdüğü topraklarda, farklı din, ulus ve azınlıklara karşı uyguladığı tasfiye girişimi, Ermeniler nezdinde 1800’lü yılların ikinci yarısında bir dizi katliam ve cinayetler zinciri olarak süregelmiş ve bu süreç 1915 soykırımıyla doruk noktaya ulaşmıştır. 1894-96 Hamidiye Alayları’nın katliamları, 1909 Adana katliamı, süreç itibarıyla lokal saldırılar olup 1915 yılında soykırım biçiminde gerçekleştirilen vahşi yöntemli katliamların provası niteliğindedir.

Osmanlı’da, fetihçilik; esasta, kılıçtan geçirme, yağmalama, zorla denetim altına alarak topraklarını kendine katma, zulümle yönetme biçiminde şekilleniyordu. 1908-1918 yıllarında (özellikle 1913 yılında) Osmanlı devlet aygıtına tam hâkim olan Jön Türkler tarafından, tarihsel bir sürecin ürünü olarak ortaya çıkan İttihat ve Terakki; Pan-Türkizm, Pan İslamizm gibi ideolojik dokularıyla Türk milliyetçiliği ekseninde monolitik diktatörial bir erk olarak siyasal hattını belirlemiştir.

Herhangi bir hedefe göre belirlenen bir siyasetin, bir askeri planın, yöneldiği hedefe karşı galip çıkması için; bu hareketi kumanda eden liderlerin, iç ve dış koşulları, nesnel ve öznel güçleri, lehte olma durumunda etkili olarak harekete geçirmesi gerçekliği yönelinen hedefe karşı askeri ve siyasi olarak önemli avantajlar sağlayacaktır. I. Emperyalist Paylaşım Savaşı koşullarının merkezindeki Ermeni meselesi gibi, gayrimüslim ve farklı ulus azınlıklara mensup halklara karşı “sorunu” şiddet yoluyla “çözme” konusu, İttihatçılar için uygun fırsattı. Ermeni Soykırımı planı, aslında 1876-1908 Abdülhamit döneminde tasarlanan ve İttihatçılara miras kalan bir plandır. Gerileme dönemiyle mecalsiz kalan Osmanlı İmparatorluğu’na karşı, kendi haklarını ve kaderini eline almak isteyen, kölelik zincirlerini kırmaya çalışan her meşru talep sahipleri tez elden imha edilmeliydiler. Ki; Ermenilerin siyasal olarak ileri bir talepleri de yoktu. Sıradan insani haklar ekseninde şekillenen bazı talepleri olan Ermenilerin, soykırım biçiminde imhası “vacip” kılınmıştır. Bunun için askeri hazırlıkların yanında, iç kamuoyu ve uluslararası kamuoyunda katliama uğratılması kararı alınan Ermeniler hakkında bir yığın karalayıcı kampanyalar hazırlanmıştır. Teşkilât-ı Mahsusa’nın eylemlerinde ve katliam planlarının örgütlenmesinde, direk yer almış bir zabıtın ifadesi, konuya yeterince açıklık getirmektedir.

“İstanbul’da bu muazzam cinayeti haklı göstermek için lazım gelen propaganda tamamen hazırlanmıştır. Ermeniler düşmanla ittifak etmişler. İstanbul’da isyan çıkaracaklar. İttihat rüesasını öldürecekler ve Boğazı açmaya muvaffak olacaklar. Bu adi tezvirler, ancak açlığı bile idrak edemeyen avam kısmını ikna edebilirdi. Sancılarını bile hissetmezken insanları kandırabilirdi.” (Ahmet Refik Altınay, İki Komite İki Kıta, İstanbul, 1919, s.40)

İttihat ve Terakki’nin, toplumun her hücresini, egemenlik anlayışına göre “tekleştirmesi” zihniyeti, insani değerler açısından artık bir travma halini almıştır: Olası Rus işgalinde, Ermeniler Rusları destekleyebilir. Osmanlı Devleti’nin parçalanması durumunda, Anadolu’da kurulması gereken Türk devleti arî Türk soyundan ve Müslim olmalıdır. Gayrimüslimler o coğrafyada hemen temizlenmelidir. 1914 yılında Erzurum Kongresi’nde bu gündem özel olarak ele alınan gündemlerden biridir. İttihat ve Terakki bu kongreye bir heyetle katılarak süreçte aktif rolünü ortaya koymuştur. Ermenilerden açık bir dille sadakat ve itaat istenmiştir. Kongre iradesiyle muhatap olan Ermeniler, bu yönlü olumlu fikirler beyan etseler de, bu yaklaşım Türk hâkim gücü açısından tatmin edici bulunmamıştır. Ve I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda bunun karşılığı; Ermeni soykırımı olmuştur.

Osmanlı Devleti, Almanya’nın başını çektiği ittifak (Almanya, Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan) devletlerinin yanında yer alarak savaşa girmiştir. Dahası, İttihat süreciyle Alman sermayesinin denetiminde olan Osmanlı, esasta Almanların çıkarları ekseninde savaşta yer almıştır. Ruslara saldıran Osmanlı, Sarıkamış bozgunuyla savaşta irtifa kaybetmiştir, bu süreç Almanlarla birlikte yenilgi sürecidir. Bu yenilgi süreciyle, insan kaynakları esasta Kürt aşiretleri, mahkûmlar, Kafkas ve Rumeli göçmenlerinden oluşan, Enver Paşa tarafından 1913’te İngiliz Elçisi Canning Stratford desteğiyle kurulan Teşkilât-ı Mahsusa’nın birçok savaşçısı, bölgede Ermenileri katletmeye başlamıştır.

Bu pratik yönelim, merkezi devlet politikasıdır. Yoksa Teşkilât-ı Mahsusa’nın münferit “suçları” değildir. Şubat 1915’te Osmanlı ordusu içindeki Ermeni askerlerin silahsızlandırılması, 24 Nisan 1915 Ermeni ulusunun önde gelen aydın, siyasetçi ve sermaye gücü olan varlıklı unsurlarının tutuklanması kararı ve bu sürecin zirvesi olarak 27 Mayıs 1915 Tehcir Kanunu’nun çıkarılması, bu katliamın yıllardır organize edilen bir devlet siyasetinin final oyunları olduğunun açık kanıtlarıdır. Alman devletinin de tarihsel “günahı” olan ve savaş koşullarında cereyan eden Ermeni soykırımı, kararlarla, kanunnamelerle, insan canına vahşice kıyan bir hal alırken, soykırıma uğrayan Ermenilerin malvarlıklarına da, idari kararnamelerle el konulmuştur.

Ve tarih, Türk egemenleri denetimindeki Osmanlı Devleti’nin Turancı, ırkçı zihniyetinin “hüneri” olarak bir insanlık ayıbını bu koşularda not etmiştir. Tahayyülü zor bir yıkıcılıkla, kitlesel bir kıyımla, gerici emellere uymayan her değeri imha etme şartlanmışlığıyla; bir ulusun mensupları (Ermeniler) ötekileştirilen, katline vaazlar verilen başka bir ulusun (Türkler) egemenlik sistemi olan devlet aygıtının gücüyle katlediliyordu. Ve bir ulus katledilirken, jenoside uğrarken, kanlı kemikleriyle asırlarca zalime hesap sorma bilincini, ölerek böyle tarihin sayfalarına düşüyordu.

Sözünü ettiğimiz süreçte, tarihin sayfası tabii ki salt Ermeni Soykırımı’nı not etmekle sınırlı değildir. 1914-1923 yılları arasında Osmanlı-Türk egemenlik sistemi, aynı ırkçı zihniyetinin bir ürünü olarak Rum nüfuzuna karşı da bir kampanya yürütmüş, yüz binlerle ifade edilen Rumlar katledilmiştir. 1914 yılıyla birlikte Osmanlı ordusu yetkililerince ve Teşkilât-ı Mahsusa örgütünce, Trakya ve Batı Anadolu başta olmak üzere Rumların yaşadığı topraklarda kitlesel kırımlar gerçekleştirilmiş, zorla çalıştırılmak üzere gençler toplatılmış ve götürülen iş sahalarında katledilmiştir. Dönemin Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa tarafından, bu katliamlar, Ermeni sorununun “çözüldüğü” aynı yöntemle Rum ve Yunan sorununu da “çözeceğiz” itirafıyla katliamın içeriğini ve hedefini deklare etmiştir.

Kitlesel kıyım zincirinin bir halkası da 1914-1920 Süryani katliamıdır. Hakkâri, Van, Siirt, Adıyaman, Urfa, Malatya, Harput bölgeleri başta olmak üzere kitleler halinde Süryaniler yaşam alanlarından sürüldü, eş zamanlı raporlara göre 750 bin-1 milyon Süryani halkı katledildi. Osmanlı tarihinde birçok katliam gibi bu katliam da Ermeni ve Rum katliamlarının gölgesinde kalarak gündemleşmemiş olsa da, Osmanlı ve İttihat ve Terakki’nin sistematik olarak hazırlayıp uyguladığı bir soykırımdır.

Kemalist Diktatörlüğün Bir Niteliği Olarak; Cumhuriyet

Yaşanan bu tarihsel olayları sıralarken, amaç; kronolojik olarak bazı veriler ortaya koymak değildir. Esas olan, neden ve sonuç ilişkisi içinde, tarihsel olayların anlamını çözmek ve neyin, nasıl ve hangi koşullarda olgunlaştığını kavrayabilmektir. Türk hâkim sınıf egemenlik sistemi “Cumhuriyet”in ilanıyla, yeni bir sayfa açma iddiasıyla Cumhuriyet öncesi insanlık ayıplarından kurtulmaya çalışsa da, tarihsel veriler ve gelişmeler “Türkiye Cumhuriyeti”nin bu insanlık ayıplarının, yani toprağa toplu olarak gömdüğü kanlı kemiklerin üzerinden doğduğunu ortaya koymaktadır. “Cumhuriyet”in ilanıyla merkezileşen devlet siyaseti; ezilen halklar ve uluslar üzerinde barbarlık olarak vukuu bulan egemenlik siyasetidir. “Cumhuriyetin” temelleri o kanlı tarihte atılmıştır. “Cumhuriyet” o kanlı tarihten beslenmektedir. Ve “Cumhuriyet” var olma koşulunu ve geleceğini, o kanlı tarihten aldığı ilhamla örgütlemiştir. Lakin katlettikleri mazlum halkların kan lekeleri taptaze yakalarında durdukları halde, I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın yenilgisi ardından İttihat ve Terakkiyi feshederek Almanya’ya kaçan Enver, Talat ve Cemal Paşaların takipçileri ve silah arkadaşları; Müdafaa-i Hukuk, Karakol Cemiyetleri gibi örgütlülüklere dönüşerek “Kurtuluş Savaşı” olarak Türk ulusu hâkim sınıflar resmi tarihinde ifade edilen süreci örgütlediler. “Kurtuluş Savaşı’nın” içeriği ve muhtevası farklı bir inceleme konusudur. Kaypakkaya yoldaşın bu konudaki tezlerinin, konuya bütünlüklü açıklık getirdiğini vurgulamak yeterli olacaktır. Konumuz açısından anlaşılması gereken şudur. “Kurtuluş Savaşı” ve “Cumhuriyet”in kuruluşu sürecini örgütleyen kadrolar, İttihat ve Terakki ile Teşkilât-ı Mahsusa’nın kadrolarıdır. Kendisini o dönemlerdeki katliam ve soykırımlardan soyutlamak isteyen Türk egemenlik sisteminin çabası ise bu konuda beyhudedir. Başta Mustafa Kemal olmak üzere, Kazım Karabekir, İsmet İnönü, Bekir Sam, Çerkez Reşit, Celal Bayar, Adnan Adıvar ve daha ismini belirtmeyi gereksiz gördüğümüz birçok “Türkiye Cumhuriyeti” kadrosu, İttihatçı ve Mahsusacı kadrolardır. Yine İttihat’ın ideolojik temellerini Türk ırkçılığı ekseninde şekillendiren Ziya Gökalp, Mehmet Akif Ersoy, Celal Nuri, Yunus Nadi, Velid Ebuzziya, Emin Yurdakul gibi “aydınlar”, bu sürecin savunuculuğunu üstlenmişlerdir. Siyasal, ideolojik ve “Cumhuriyet” projesiyle yapısal olarak şekillendirilen devlet zihniyeti, ulus kimliği babında, Türk olanların dışındaki ulus ve azınlıklarını, dinsel olarak Sünni-İslam dışındaki inanç guruplarını tasfiye etmeyi var olma amacı olarak belirlemiştir.

“Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur” 

Bu sözlerin sahibi Türkiye “Cumhuriyeti”nin “muzaffer” komutanlarından İsmet İnönü’dür. “İsyan” bastırma adı altında Zilan deresini cesetlerle dolduran askeri hareketin ardından sarf ettiği sözlerdir.

“Biz Türkiye denen dünyanın en hür ülkesinde yaşıyoruz. Mebusunuz inançlarından samimiyetle bahsetmek için buradan daha müsait bir ortam bulamazdı. Onun için hislerimi saklamayacağım. Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır. Hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsin”

19 Eylül 1930 tarihli Milliyet Gazetesi’nde yayımlanan bu konuşmanın sahibi, dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’tur. Ve bu ülkede günümüzde “Mahmut Esat Bozkurt Hukuk Ödülü” diye bir ödülün olduğunu hatırlatırsak, bu ırkçı ideolojik dokunun “Türkiye Cumhuriyeti” devletinde ne denli kökleştiğini ifade etmiş oluruz.

Burada esas anlatmak istediğimiz,  farklı kesimlerin söylemlerinden daha da çoğaltabileceğimiz yukarda verdiğimiz anlayışa denk alıntılar değildir. Sorun bir devlet geleneğinin kurumsal mantalitesidir. Bir devletin faşist niteliğinin; zulüm nişangâhından halklara kin ve öfke kusmasının realitesidir. Sorun “Türkiye Cumhuriyeti” devletinin egemenlik sistemi olan Kemalist diktatörlüğün, mazlum uluslara, ezilen halk sınıf ve tabakalarına karşı ne anlama geldiği sorunudur.

Mustafa Kemal’in önderliğinde Amasya, Sivas, Erzurum Kongreleriyle başta Kürt aşiretleri olmak üzere, Anadolu’da farklı ulus, azınlık, mezhep, sınıf ve halk katmanlarının desteğini alarak, güdük bir anti-emperyalist savaş süreci sonrası 1920 “Cumhuriyet”inin ilanını hazırlayan Kemalist diktatörlük, “Cumhuriyet”in ilanıyla birlikte faşist özünü topluma dikte etmiştir. Kemalist diktatörlüğün ulus devlet modeli, Türk egemen sınıflarının ırkçı zihniyetidir. Dini dokusu Sünni-İslam’dır. Üniter devlet modeli ekseninde, farklı ulus, azınlık, mezheplere karşı “tekleştirme” siyasetinin hareket zemini; asimilasyon ve inkârdır. Kapitalist dünyanın bir parçası olarak ezilen sınıf ve halk katmanlarına karşı; baskı, sömürü ve işkencedir, katliamlardır.

“Cumhuriyet”; komprador sermayenin temsili babında Kemalist diktatörlüğün yönetim aracı olan Türk egemenlik sisteminin devlet niteliğidir. Komprador sermaye sürecini şu ana başlıklar ekseninde şekillendirme siyaseti benimsemiştir:

a) Hakimiyeti Kemalist diktatörlük nazarında merkezileştirmek, hakimiyet güçleri kliklerini buna göre dizayn etmek; merkezileşen emperyalist sermayenin ihtiyacı, Kemalist diktatörlüğün projesidir. Tek kişilik yönetim, tek partili yönetim ile toplumsal varlıkları komprador sermayenin çıkarları ekseninde merkezileştirmek, komprador sermayenin varlık koşullarını örgütleme projelerini topluma dikta etmek; “Cumhuriyet”in ana eksenidir. Ta açık işgal dönemlerinde el altından emperyalist ve işgalci güçlerle görüşen M. Kemal, bu projenin maddi zeminin hazırlamıştır. 1919 Sivas Kongresi’nden hemen sonra kurulan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, kurulacak “Cumhuriyet”in diktatörlük aracı olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin siyasal önceliğidir. Tekleşme, faşist Kemalist diktatörlüğün çıkarlarını temsil ettiği komprador sermayenin emellerine göredir. Eski bazı İttihatçıların tasfiyesi, halifeliğin kaldırılması, saltanatın kaldırılması, Çerkes Ethem olayı ve ardından Lozan Anlaşması; “Cumhuriyet”in niteliğinin belirlenmesi ve yönetsel erk bazında Kemalist diktatörlüğün kurumsallaştırılması evreleridir.

b)Ezilen sınıf ve katmanları faşist yasa ve yöntemlerle baskı altına almak; uluslararası emperyalist sermayenin bir parçası olarak ilan olunan “Cumhuriyet”, “komünizm hayaletine” karşı donatılmaması, bu yönlü toplumsal dinamiklerin imha edilmemesi düşünülemezdi. Mustafa Suphi ve 15 yoldaşının Karadeniz’in karanlık sularında Kemalistlerce komplo ile katledilmesi, ezilen işçi sınıfı ve halk katmanlarının haklarını arama araçlarına karşı en ağır faşist yasalar ve yasaklamaların getirilmesi, “Türkiye Cumhuriyeti” devletinin çeşitli milliyetlerden ezilen halklarımız karşısındaki faşist niteliğidir.

c)Asimilasyon, jenosit ve katliam politikalarıyla farklı ulus ve azınlıkları,  farklı din ve mezhep gruplarını “Türkleştirmek”: Komprador sermayenin temsilcisi Kemalist diktatörlüktür ve hâkim ulus Türk ırkçılığıdır. Türk-Sünni İslam sentezi karşıtı olan her insani değeri, zor ve baskı aygıtlarıyla asimile edecektir. Başta Ermeniler olmak üzere, Rumlar, Süryaniler, Çerkesler, “Cumhuriyet” öncesi süreçte katliam ve soykırımlarla susturulmuş ve kontrol altına alınmıştır. Açık işgal koşullarında çeşitli vaatlerle, Kürt aşiretleri üzerinden desteği alınan, Kürt ulusu,  farklı ulus ve azınlıklar, asimilasyon ve jenosit siyasetinin, yöneldiği ana dinamiktir. “Cumhuriyet” öncesi dönemde Kürt ulusu veya bazı Kürt aşiretlerinin sahip olduğu bazı dini ve sosyal kurumların, “Cumhuriyet” süreciyle birlikte kapatılıp yasaklanması bu adımın başlangıcıdır. Kemalizm, farklı kimlik, ulus ve mezheplere temsil hakkını hiçbir zaman tanımamıştır. Türkçenin dışında dil konuşmak, türkü söylemek, tabiri caizse ıslık çalmak yasaktır. Kürt olmak potansiyel suçtur, Alevi olmak “günahtır”. Farklı kimliklerin mebusta temsil hakkı, merkezi otoritenin başı Mustafa Kemal tarafından belirlenmiştir. Diyab Ağa, Mazhar Müfit Kansu, Nafi Atuf Kansu, Tasin Banguoğlu gibi devşirme unsurlar üzerinden, Kürt, Alevi ya da farklı azınlıkların “temsil” hakkı biçimlendirilerek, her insani hak, asimilasyonun aracı haline getirilmiştir. Laiklik, devletçilik, milliyetçilik gibi Türk devletinin temel argümanlarını temsil eden ideolojik çizgiler, Türk-Sünni İslam kimliğine göre dizayn edilmiş, her aykırı fikir ya da kültür “tehlike” arz edilerek, baskı ve cebir şiddete tabii tutulmuştur.

Kemalist diktatörlük, dönemi öz olarak bu sacayakları üzerinde inşa etmiştir. “İnkilab İlkeleri” olarak belirlenen gerici egemenlik sisteminin çıkarlarına karşı olan her şey, ağır askeri operasyonlar ve kitlesel kıyımlar sebebidir.

Bu dönemin önemli bazı yasalarını ve uygulamalarını sıralamak konuyu daha açıklayacaktır:

Şeyh Sait’e karşı gerçekleştirilen askeri hareket sırasında çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu’nun (3 Mart 1925) üç maddesinden 1.maddesi şöyledir: “İrtica ve isyana ve memleketin nizam-ı içtimaisi (toplumsal düzen) ve huzur ve sükûnu ve emniyet ve asayişini, ihlale bahis (bozmaya yönelik) bilumum teşkilat ve tahrikât ve neşriyatı (örgütlemeleri, kışkırtmaları, yüreklendirmeleri ve yayınları),hükümet reisi cumhurun tasdikiyle ve re’sen ve idaren men’e mezundur(kendi başına yasaklamaya yetkilidir). İş bu ef’al erbabın (bu eylemleri işleyenlerin)hükümet İstiklal Mahkemesi’ne tevdi edebidir.” Kanun hükmü gayet açıktır ve sürecin ele alınış tarzıdır. Bu kanun, benden olmayanın katli vaciptir anlayışının, olağanüstü uygulanışıdır. Devletin birliği ve bütünlüğü üzerinden geniş yığınlara dikte ettirilen; hâkim elitin kendini var etme hamleleridir. Öyle ki kanuna “anayasaya aykırı” ve “temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelik olduğu” itirazıyla muhalefet gösterenler çeşitli bahanelerle sonradan yargılanmış, (Atatürk’e İzmir suikastı gerekçesiyle) ve idam edilmişlerdir. İkinci siyasi parti olarak kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın yedi aylık kısa bir zamanda Haziran 1925’te kapatılması, hâkim klikler çatışmasında Kemalist kliğin denetimini sağlamlaştırması açısından önemli bir veridir.

Devamla “«Gayet mahremdir» ibaresi taşıyan Eylül 1925 tarihli Şark Islahat Planı Kararnamesi” 1587 sayılı kanunla belirlenen “milli kültürümüze, ahlak kurallarına, örf ve adetlerimize uygun düşmeyen, kamuoyunu (devletin faşist niteliğini. bn.) inciten adların değiştirilmesi” hükmü, Türkçe olmayan tüm yer mahalle, köy, hayvan, insan isimlerinin yasaklanması tamimi olmuştur.

Soy ve ırk tespitleriyle tek kimlik, tek ırk kavramının açıkça deklere edildiği 2510 sayılı 1934 tarihli İskân Kanunu’nun ve 1935 tarihli Tunceli Kanunu’nun katliamlar sürecinin hâkim güçler açısından yasal dayanakları olduğunu vurgulamak gerekir.

Güneş Dil Teorisi, Türk Tarih Tezi Anlayışıyla Kurumsallaştırılan Asimilasyon, Soykırım ve Katliam

Kemalist diktatörlüğün baş aktörü olan Atatürk “devrimlerinin” ideolojik hattını ve dokusunu anlama açısından bu iki teori önemlidir. Resmi devlet ideolojisi olan bu iki anlayış, Kemalizm’in ideolojik zemini olarak; ırkçılıktır, etnisitenin inkâr edilmesidir. Her iki teoride iki ana siyasal amaç vardır.

1) “Türkiye Cumhuriyeti”ni Türk egemen sınıflarının ırkçı şoven dünya görüşüne göre kurumsallaştırmada, ulus devlet olarak şekillendirmede tarihi bir referans oluşturmak.

2)Bütün uygarlıkların ve medeniyetlerin, tarih boyunca Türklerin eseri olduğu safsatasıyla, Türklerin neden hâkim güç olması gerektiğine sosyal zemin yaratmak.

Bu ana siyasal amaçla, Atatürk tarafından ortaya atılıp, desteklenmesi, geliştirilmesi öngörülen, her iki teorinin tezleri, ırkçılığın, şovenizmin şizofren travmatik ruh halini, deşifre etmektedir: “Türkler brakisefal ve beyaz ırktandır. Orta Asya bu ırkın anayurdudur. Ve medeniyet buradan tüm dünyaya yayılmıştır. Sümer Uygarlığını, Mısır Medeniyetini Türkler kurmuştur. Maya, Aztek ve İnka uygarlıklarının yaratıcıları Türklerdir.”

Yani Türk Tarih Tezi’ne göre, Avrupa’dan Çin’e kadar tüm coğrafya Türklerindir. Mısır ve Ege medeniyetleri, Hitit, Sümer, Etrüsk (İtalya’da yaşamışlardır) Rum, Yunan, Macar vs. halklar, Türk sayılmaktadır. Faşizmin temel temsilcisi M. Kemal’in bu tezleri savunan konuşmasını direk olarak aktarmak, daha açıklayıcı olacaktır: “Bu memleket tarihte Türk’tü, o halde Türk’tür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır. Diyarbakırlı, Vanlı, Trabzonlu, İstanbullu, Kürtler, Rumlar, Bulgarlar Makedonlar hep bir ırkın evlatları, hepsi aynı cevherin damarlarıdır.” Söylemdeki siyaset açık. Herkes geldiği “cevherin” damarlarına dönsün. Gönüllü dönenlere ödülümüz devşirilmiş insan kimliğidir. Gönüllü gelmeyenleri “imana” getirmeyi ırkçılıktan ilham alan süngülerimiz, “Allahın izniyle” “imana” getirecektir.

Güneş Dil Teorisi de; Atatürk’ün Anadolu ve Kuzey Kürdistan’da var olan tüm farklı ulus ve azınlıkların dilleriyle bir hesaplaşma ve o dilleri yok sayma teorisidir. Bilimsel bir değeri olmadığı halde, siyasal hedefini güçlendirmek için, Sırp asıllı Avusturyalı Hermann Kvergic’in “Türk Dillerindeki Bazı Unsurların Psikolojisi” isimli yayımlanmamış derlemesi kaynak alınmıştır. Burada sorun bu araştırmanın bilimsel değeri değil, yabancı birinin verileri adı altında psikolojik üstünlük yaratma mantığıdır. Teorinin ana hattı; “Türkçe dünyanın asıl dilidir ve dünya dillerindeki birçok kelime Türkçeden türemiştir.” Amazon mu? Kıtayı keşfe giden Türk boyları ucu bucağı olmayan nehri gördüklerinde “amma uzun” demişler ve zamanla “amazon” olmuş. Ya Niagara Şelalesi’ne ne demeli. Bering Boğazı’ndan geçip sonradan Kızılderili olan Türk atalarımızın çağlayan suyun sesine “ne yaygara” demesinin zamanla yaşadığı şivesel değişimdir Niagara.

Kuşkusuz bunların bir deli saçması olduğu, idealistçe bir düşünüş tarzının dahi savunamayacağı görüşler olduğu tartışmasızdır. Ama Türkiye-Kuzey Kürdistan sahasını Türkleştirmek, farklı ulus ve azınlıkların yaşam hakkı ve kültürlerini yok etmek isteyen Kemalist diktatörlük, bunu bir devlet ideolojisi olarak topluma dikte etmek istemiştir.

Temel amacı gericiliğin hâkimiyetini tesis etmek olan bu yönelimlere, toplumun belirli dinamiklerinden itirazlar yükselmiş ve Türk egemenlik sistemi tüm bu itirazları katliamlarla bastırmıştır. İdeolojik ve siyasal ekseni Kemalist diktatörlüğün resmi ideolojisi olduğu “Türkiye Cumhuriyeti”ni korumak olan anlayış; ezilen sınıf ve katmanlar, ezilen bağımlı uluslardan azınlıklara, Sünni-İslam dışındaki inanç ve mezheplere, katliam, kan ve gözyaşı olmuştur. Kurumsal olarak bir devlet politikası olan bu yönelimlere en demokratik araçla dâhil, kendi duruşu ekseninde itirazda bulunan birçok toplumsal grup, örgütlülük gibi sosyal bileşenler, acımasızca kitlesel kıyımlara tabi tutulmuş, yakalananlar “İstiklal Mahkemeleri” gibi olağanüstü koşullarda, olağanüstü yasalarla ve olağanüstü yetkiler kullanılarak idam edilmişlerdir. Tarihsel hafıza bazında da olsa Kemalist diktatörlüğün askeri seferlerle katliam düzenlediği, önemli olayları sıralamak gerekir:

Şeyh Sait Katliamı (13 Şubat-31 Mayıs 1925), Reşkotan ve Raman Katliamı (9-12 Ağustos 1925),Sason ayaklanmasını bastırma adı altında gerçekleştirilen katliam (1925-1937), Birinci Ağrı Harekâtı ve kitlesel kıyım (16 Mayıs-17 Haziran 1926), Koçuşağı Katliamı (7 Ekim-30 Kasım 1926), Mutki Katliamı (26 Mayıs-25 Ağustos 1927), İkinci Ağrı Harekâtı ve katliamı (13-20 Eylül 1927), Bicar Tenkil Harekâtı (7 Ekim-17 Kasım 1927), Asi Resul isyanı bahanesiyle yapılan katliam (22 Mayıs-3 Ağustos 1929), Tendürek Harekâtı (14-27 Eylül 1929), Zilan Katliamı (Haziran-Eylül 1930), Oramar katliamı (Temmuz-Ekim 1930), Üçüncü Ağrı seferi (Eylül 1930)Pülümür Harekâtı (Ekim-Kasım 1930)ve Dersim Katliamı (1937-1938)

Kuşkusuz 1921’deki Koçgiri katliamıyla birlikte, özel nitelikleriyle hepsi tek tek ele alınıp incelenmesi gereken katliamlardır. Burada esasta Dersim Katliamı üzerinde duracağımızdan, konuyu o yönlü ayrıntılandıramayacağız. Temel öz şudur: Yeni kurulmuş bir “Cumhuriyet”, kısa bir tarihsel sürece bu kadar katliam yapmayı sığdırmışsa, orda egemenliği temsil eden kişileri tartışmak anlamsızdır. Bu bir devlet siyasetidir. Niteliği; faşist diktatörlüktür. Başkumandanı, Kemal Atatürk’tür.

1937-1938 Dersim Katliamı

1937-1938 Dersim Katliamı, Kemalist diktatörlüğün Dersim’i işgal etme, dağıtma seferidir. Osmanlı’dan alınan zihniyet, Kemalist diktatörlüğün ırkçı, soykırımcı laboratuarında yeni sürece göre biçimlendirilmiş ve yaşama geçirilmiştir. “Herkesin bildiği Sır: Dersim”  kitabında Dr.Şükrü Aslan’ın, 1896’da Abdülhamit döneminde hazırlanan rapordan yaptığı alıntı çarpıcıdır: “Dersimlilerin inancı hâkim Müslümanlık inancından farklıdır. Bunlar Kızılbaş Alevileridir. Bu durum, bölgede devam eden(aç.)merkezi devlete karşı hoşnutsuz eğilimlerin temelini oluşturuyor. Uzun vadede Dersim’i kazanmak için buradan başlamak gerekir. Dersim’in çeşitli bölgelerinde tarikat evleri açalım. Ve Dersim’deki Kızılbaşlık kültürünü zaman içinde ortadan kaldıralım. Bunu yaparken ordularımızı Dersim’in sınırlarına kadar götürelim. O ara karakollar, kışlalar yapalım. Dersimlileri orada çalıştıralım. Bunların hepsini bir arada yaparsak, o zaman bu kültürden çok daha çabuk ve kolay ayırabiliriz.”(age.)

28 Ekim 1903 tarihinde Dersim Mutasarrıfı Arif Bey, İçişleri Bakanlığı’na ilettiği raporunda Dersim’in coğrafik konumu ve yaşayan halkın, dini, ulusal ve sosyal durumu hakkında ayrıntılı bilgi verdikten sonra, “reform” adı altında yapılmasını önerdiği katliamın, hangi kademelerden geçmesi gerektiğini başlıklar altında iletmektedir. “Dersim dâhilinde merkezleri Ovacık, Nazimiye, Mazgirt, Çemişgezek’te bulundurulan 500 kişilik dört tabura ilaveten, iki tabur ve iki top eklenmeli, işe Mazgirt ve Hozat tarafından başlanarak cezalandırmaya devam olunmalı. İki koldan Ovacık taraflarına ulaşılırsa amaca ulaşılır. Bunun için ilk elden Dersimlilerin elindeki silahlar toplanmalı; askere gitmeyenler toplanıp uzaklara gönderilmeli; Seyit, Dede unvanı altındaki eşkıyalık fesat kışkırtıcılarını yakalayarak bir daha Dersim’e ayak basmaları yasaklanarak, İşkodra, Trablusgarp ve Fizan gibi yerlere sürülmeli; kalan vergiler toplanmalı” gibi askeri operasyonun başlıkları sıralandıktan sonra, yol, askeri karakollar inşası, süvari ve topçu birlikleri başta olmak üzere sürekli konuşlandırılmak koşuluyla, askeri birliklerin bölgeye sevk edilmesi” ivedilikle istenerek,rapor tamamlanmaktadır.

1906’da Celal “Bey”in raporu da yukarıdaki raporun bir nevi tekrarı niteliğindedir. Birbiri ardına yazılan bu raporlar Dersim’e düzenlenecek askeri katliam seferlerinin ön adımlarıdır. Ki 1907 Neşat Paşa harekâtı, Jön Türk Dönemi 1908 Dersim harekâtı, hemen akabinde 1909 harekâtı ve 1911-1912 harekâtı bu sürecin katliam seferleridir. Başlıklar halinde ifade edilen tüm bu seferlerde, Dersim teslim alınamamış, Dersim kendi değer yargılarıyla direnmiştir.

Kemalist diktatörlük, aldığı bu mirasla Dersim’i çıbanbaşı görmeye devam ettiğinden, yeni dönem babında 1925 yıllarında, özellikle Kuzey Kürdistan coğrafyasında gerçekleştirdiği katliamlar serisine, en planlı, en kapsamlı ve en kıyımcı hareket olarak Dersim’i koymuştur. Takrir-i Sükûn yasalarıyla başlayan katliamları hazırlama süreci, Dersim nazarında özel “Tunceli” Kanunu’yla biçimlendirilmiştir. Toplam 38 maddeden oluşan ve mecliste olağanüstü koşullarda görüşülen kanunun, çıkarılış tarihi 1935’tir. Kanun, başından sonuna, gerçekleştirilecek askeri harekete olağanüstü “yasal” zemin oluşturmakta, gerçekleştirilmesi planlanan kitlesel kıyıma olağanüstü ortam yaratmaktadır. “Tunceli Kanunu”, Dersim Katliamı planının son halkasıdır. Kemalist rejim, 1920 yıllarının sonlarından katliam dönemlerine kadar hazırladığı raporlarda, Dersim jenosidini tamamlamak ve bölgeyi insansızlaştırmak amacıyla ayrıntılı raporlar hazırlamıştır. Hamdi “Bey”in raporu, “Dersim bir çıbanbaşıdır. Bu çıban okşamakla tedavi edilmez. Bu yarayı kökünden koparmak gereklidir” içeriğindedir. Bu anlayış, meclis kürsüsünde Atatürk’ün ajitasyona dökülmüş kin ve nefretidir. İsmet İnönü’de bu anlayış “Kürt himayesini dağıtın” biçiminde anlam bulurken, Fevzi Çakmak’ın dilinde ise “Dersimlileri askere almayın. Silah kullanmayı ve savaş tekniklerini öğrenirlerse bize saldırırlar” tanımımda ecelsiz bir korkudur.

Jandarma Umum Kumandanlığı’nın “Dersim” adlı kitabı, bu hazırlığın raporlar halinde nasıl yapıldığına dair önemli bir kaynaktır. Kitap, MAH (Milli Amale Hizmeti adı altında 1927’de kurulan Milli İstihbarat Teşkilatı’dır ve adı 1965’te MİT olarak değiştirilmiştir) ve Birinci Umumi Müfettişlik raporlarına dayanmaktadır. Mesela 1930’ların başında Büyük Erkânı Harp Reis’inin Mütalaalarında Dersim şöyle tanımlanmaktadır. “Yüksek idare makamlarına adeta koloni idarelerindeki salahiyet verilmelidir. Dersim evvela koloni (sömürge) gibi nazarı itibara alınmalı” (Dâhiliye Vekâleti Jandarma Umum Kumandanlığı Dersim adlı eserinden aktarım). Yine aynı dönem raporlarında da, Dersim aşiretleri, aşiretler denetiminde ve denetimi dışında ikamet eden insan sayısı, bunların arasındaki husumet ve birlik olma durumu, bölgede mevcut silah gücü, yerleşim alanları, dağlık vb. olmak üzere stratejik bölgeler, Dersimlilerin gelenek ve görenekleri, konuştukları dil vb. gibi geniş envanterler yer almaktadır.

Dersimlileri “Türklüğe yaklaştırmak ve kendilerinin aslen Türk olduklarını öğretmek lazımdır” diyen Ermeni soykırımının etkin isimlerinden Şükrü Kaya, Kemalist projenin asli unsuru olarak, bu sefer de Dersim katliamında rol almaktadır. 1931 yılında İçişleri Bakanı yardımcısı sıfatıyla Başbakanlığa Kasım 1931’de verdiği rapor daha çarpıcıdır. Dersim’i “ıslah” esasları maddeler halinde;

1-)Dersim’in ıslahı acil ve kesindir. Ertelenmesinde devletçe zarar vardır.

2-)Islahın sağlanması ve zararlarının tevkif ve yok edilmesi, Dersim sorununun bitirilmesi ancak;

  a-)silahların toplanması,

  b-)Aşiret ağalarının ve aşiret ağası olabilecek kişilerin Dersim’den uzaklaştırılması,

3-) Bunların uygulanması askeri bir harekâta bağlıdır. Bu askeri hareketin memleketin savunma sistemini gevşetmemesi ve bilhassa Doğu ve Güney’de tatbik edilen programı tehir etmemesi (tatbik edilen program başta Kürtler olmak üzere farklı kimliklerin zorla Türkleştirilmesi programıdır. abç.)ve devlet hazinesine ağır bir yük yüklememesiyle teklif edilmesi şarttır.(Şükrü Kaya’nın geniş raporu için bkz: Belgeleri ve Tanıklarıyla Dersim Direnişleri, S.158-168, M. Kalman)

Rapor, “Lahika” adlı ekle, askeri ve idari açıdan “ıslah” adı altında planlanan Dersim Katliamı’nın akabinde, kalan sağların nasıl, hangi yöntemlerle nerelere sürgün edileceğini saptamış durumdadır: “Yaklaşık 90 aşiretten 347 önde gelen ailenin (3470 kişi) Batı’ya ve Trakya’ya sürgünü, ayrıntılarıyla,72 ailenin Tekirdağ’a, 38 ailenin Edirne’ye, 56 ailenin Kırklareli’ne, 65 ailenin Balıkesir’e, 73 ailenin Manisa’ya ve 34 ailenin İzmir’e iskânı öneriliyor, nakliye giderleri ve yol güzergâhları bile belirleniyor.(Jandarma Umumi Kumandanlığı, Dersim, S.83-121, sene 1932)

Özellikle Dersim nazarında, Tunceli Kanunu, Genel Valilik ve yasak bölge uygulamaları, 1938 Dersim Katliamı için önceden yapılan planlardır. Bu planın başında, Türkiye “Cumhuriyeti” Devleti’nin kurucuları ve Kemalist diktatörlüğün baş “öğretmeni” M. Kemal Atatürk vardır. Plan, “yasal” dayanakları ve askeri hareket hazırlığıyla eşzamanlı işletilmektedir.

Önce tarihle olan maddi ve manevi bağına yöneldiler. Küçük düşünüşleriyle büyük ve karanlık hesaplarını oynamaktı ilk sahne. Önce Dersim’in adı Tunceli yapıldı. Hemen ardından idari organizasyon olarak, Birinci Genel Müfettişlik kapsamında bulunan Elazığ, Dersim, Erzincan ve Bingöl’ü içeren Elazığ merkezli Genel Valilik kuruldu. (Ocak 1936) Kemalist iktidarın faşist bekçisi Abdullah Alpdoğan, Dersim Valisi ve Kumandanı sıfatıyla katliamı yönetmenin başına atanmıştı. Elazığ’da İstiklal Mahkemesi kurularak, Dersim; “yasak bölge” olarak ilan edilmişti.

Bu hazırlıklar, Kemalist devletin Dersim’e yönelik stratejik bir programının sonucudur. Amaç; yıllardır kendi kültürleri, değer yargıları, yani kendisiyle yaşayan bir halkı teslim almak, Türkleştirmek ve nihayetinde faşist otoritelerini sağlamaktır. Temel strateji; mutlak hâkimiyettir. Bunun için her araç mubahtır. İlk kadın pilotla (Sabiha Gökçen) o toprakları bombalama övünçleri bundandır. Hesapları; son bir istila ile teslim alma düşleridir ve bunun için kuralsızlık, insani değerleri tanımamazlık “ilke” edinilmiştir. Ve her katliamda kullanılan Osmanlı hilesi burada da devrededir. Devletin tarihsel kini, defalarca seferler düzenlediği halde hükmedemediği haklı duruşu tarihsel intikam duygusuyla kuralsız bir yok etmeye dönüştürürken, “İsyan var. Şakiler ayaklandı.” gibi manipülasyonları katliamın hileli zemini yapmıştır.

Kısa vurgularla; Ermeni Katliamı, Rum Katliamı, Koçgiri, Ağrı, Zilan, Şeyh Sait Katliamı, Dersim’e uzanan katliamların yolu üzerindedir. Özellikle 1920-1921 Koçgiri Katliamı, sosyal, kültürel, ekonomik ilişki babında Türk hâkim sınıflarıyla, özellikle Kürtler ve diğer ulus ve azınlıklar arasındaki ilişki açısından stratejik öneme haizdir ve katliam bölgesi olarak seçilmesi tesadüfî değildir. “Cumhuriyet”in ilk yıllarında bu stratejik konumundan kaynaklı Kemalist diktatörlüğün hedefi olan Koçgiri; Dersim katliamı planında ise, faşist devlet tarafından saldırı yaptırımı maddelerinden biridir. Kemalist diktatörlüğün Dersim’i işgal etme ve dağıtma girişiminde, öne sürdüğü gerekçeler komiktir, esas amaca hileli örtüdür. Koçgiri direnişinin önderliğinden Alişer başta olmak üzere, Dersim’in direniş geleneğine sığınan Koçgiri savaşçılarının teslim edilmesi, tüm silahların toplanıp devlete verilmesi, vergilerin verilmesi ve zorunlu askerlik gereği uygun yaşta olanların askere alınması, devletin tüm yaptırımlarına itaat edilmesi gibi başlıklar, devlet tehdidi ve saldırı zemini haline getirilmiştir. Zemini haline getirilmiştir diyoruz, lakin amaç yazımızın içeriğinde açıklamaya çalıştığımız gibi başkadır. Köklü talancı bir devlet geleneğinin faşist karakterinin kuşatma seferidir.

Faşist Kemalist rejimin siyasi ve askeri hazırlığı; 1937 yılında Dersim’e kapsamlı bir katliamın, ilk değil ama yeni bir başlangıcıdır. 1936-37 kışında Dersim’e giriş çıkışlar yasaklanmış, kış boyu süren kuşatma doğa koşullarının elvermesiyle kanlı bir sürece evirilmiştir. Dededen, babadan beri hep gelip yakan yıkan, canlıdan yana her şeyi öldüren, ama bir türlü Dersimlinin maddi ve manevi dünyasında kalıcı bir otorite olamayan devletin askeri gücü, 4. Genel Müfettişlik emrindeki Seyyar ve Sabit Jandarma Birlikleri ile en kapsamlı katliam olarak Dersim’dedir. Açık katliam seferleriyle sürdürülen ve iki yıla yayılan sürecin her anı ayrı bir anlatım konusu ve ayrı ayrı zulüm bilançosudur. En yalın anlatım; Dünya Ana’nın mezar taşında tarihe düşülen nottur : “Biz cenneti de gördük, cehennemi de… Daha dün gibi aklımda çocukluğum. Yediğimiz ekmek de içtiğimiz su da tertemizdi. Havada gül kokusu vardı o zamanlar. Ne zamanki terk etti bizi peygamberleri başka olsa da o güzel insanlar… Ne zamanki çocuklar süngülendi ve ben kör olası gözlerimle gördüm, ne zamanki sürüldük o jar u diyar ülkesinden, dilini bilmediğimiz bu yaban ellere… İşte o zaman başladı bizim için cehennem…”

Havadaki gül kokusu; barut ve kan kokusuna bırakmıştır yerini. Süngülerin uçlarında donup kalan sadece çocukların mahzun bakışları değil; ‘İnsanlığa, dostluğa, paylaşıma, sevgi değerine olan sadakatimle, ölürüm ama yine de sana boyun eğmem’ bakışlarıdır. Türk ve Sünni-İslam olanların dışındaki, ulus ve inanç gruplarının katliamı, Dersim pratiğinde, yeniden Kemalist diktatörlük tarafından sahneleniyordu. Kürt, Ermeni ve Alevi bileşeni, Dersim’i “çıbanbaşı” yapmıştır. Ulus, din ve vatan parçasını aşarak, acılarda kardeşlik üzerine şekillenen direniş, başlı başına bir anlatım, başlı başına bir inceleme konusudur.

Havadaki gül kokusu; ateşin ve güneşin altında kavrulan ceset kokusudur artık o coğrafyada. Tarihsel kini; bir halkın en meşru yaşam hakkına kendisinden olmadığı için kusan bir egemenlik sisteminin canlıdan yana her şeyi yakmasıdır, yıkmasıdır… Bundandır ki tarihin belleği güçlüdür Dersim’de. Tıpkı direniş damarı gibi. Her anı katliam olan bu sürecin, niteliksel gelişim sürecini anlama babında bazı anları öne çıkarılacak olunursa; Alişer’in katledildiği 9 Temmuz ile Şahan’ın iç ihanetle katledildiği 28 Ağustos tarihleri arasındaki 1937 kıyımı özeldir. Özellikle 17-18 Ağustos günlerinde Bahtiyar bölgesindeki çatışmalarda Seyit Rıza’nın da yakınları yaşamını yitirdiği kuralsız bir katliam yaşanmıştır. 1938 yılının vahşi katliam zamanı ise, 22-28 Haziran Kalan bölgesi, 19-24 Temmuz Laç Deresi,15 Ağustos Xeç-Zımek toplu kırımıdır. Katliamın kapsamı bağlamında 1938 yılı öne çıksa da, 1937 yılı Dersim direnişi açısından kritiktir ve kırılma noktasıdır. Dersim direnişinin kurmaylığını yapan önemli önderler bu yıl katledilmiştir. Ve tarihe “Osmanlı hilesi” olarak geçen Seyit Rıza’nın yakalanıp idam edilişi bu tarihe denk gelip, Dersim direnişi açısından bir kırılma noktasıdır.

“Ben senin hilelerin ve yalanlarınla başa çıkamadım, bu bana dert oldu. Ben de size boyun eğmedim, bu da size dert olsun”(Seyit Rıza)

İlgili tarihsel süreçte, Dersim ve Seyit Rıza birbirini bütünleyen olgulardır. Ve Seyit Rıza’nın yukarıdaki bu sözü, bir tarihin, bu tarihte yaşanan olayların dile getirilmesi iken bilinçli tercihin berrakça ifade edilişidir. Hile ve yalan; “görüşme” bahanesiyle çağrılıp 72 arkadaşıyla tutuklanması, kendi hukukları açısından dahi “adil” olmayan yöntemlerle “yargılanması” değildir. Hile ve yalan; Türk hâkim sisteminin Osmanlı’dan devraldığı ve süreklilik arz eden realitesidir. Seyit Rıza’nın dilinden dökülen bu sözler, gerici egemenliğin süreklileşmiş hileci ve entrikacı tarzına karşı bir duruştur. Ve boyun eğmeme geleneğinin temsili olarak düşmanının “hatıratı”dır Seyit Rıza;

“Seyit Rıza sehpaları görünce durumu anladı. Asacaksınız dedi ve bana döndü, ‘Sen Ankara’dan beni asmak için mi geldin.”’Bakıştık. İlk kez idam edilecek bir insanla yüz yüze geliyordum. Bana güldü. Savcı namaz kılıp kılmayacağını sordu. İstemedi. Son sözünü sorduk, ‘Kırk liram ve saatim var. Oğluma verirsiniz’ dedi… Seyit Rıza’yı meydana çıkardık. Hava soğuktu ve etrafta kimseler yoktu. Ama Seyit Rıza meydan insan doluymuş gibi meydana ve boşluğa hitap etti:“Evladı Kerbelayıx. Bi hatayıx. Ayıptır, zulümdür. Cinayettir.” dedi. Benim tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam rap rap yürüdü. Çingene’yi (cellat yn.) itti. İpi boynuna geçirdi. Sandalyeye ayağı ile tekmeyi vurdu, infazını gerçekleştirdi.” (Sabri Çağlayangil, Hatıratım kitabı)

Teslim edilen bu tarihsel gerçek, haklı ve meşru bir direnişin düşman saflarında yarattığı etki değildir sadece. O kimsenin olmadığı sanılan ve insanlık hukukundan alınan haklı duruşla hitap edilen “boşluk”, beşeriyetin hafızasıdır. Haksızlığa ve zulme karşı diz çökmeme geleneğinin devamı, gelecek kuşaklara devridir. Bu söz insanlığa bu içerikle bahşedildiğinden dolayıdır ki, insanlığın cellâtlarının tüyleri diken diken olmaktadır. Ermeni Soykırımı, Rum-Süryani Katliamları, Kürt ulusuna uygulanan zulüm ve katliamlar ve konumuz olan Dersim Katliamı… Her biri farklı tarihsel süreçlerde yaşansa da, aynı devlet niteliğinin aynı politik yöneliminin yarattığı sonuçlardır. Büyük trajediler ve acıların yaşandığı bu tarihsel süreçler, aynı zamanda, ezilen halkların, kendi davalarına sahip çıkmalarının, güçlü dinamiklerinin boy verdiği süreçlerdir.

Söz konusu olan soykırım ve katliamlar; var olma harcı kan ve zulümle yoğrulan “imparatorlukların”, stratejik egemenliğinin tesis edilmesi amaçlıdır. Bu egemenlik çizgisi, mazlum ulusları, ezilen halkları ve farklı inanç kesimlerini, tüm tarihsel kökleriyle imha etmeye, kültürel birikimlerini topyekûn ortadan kaldırmaya yönelirken, kendi gerici “değer” yargılarını da, ekonomik, politik ve kültürel olarak, zor-şiddet araçlarıyla kurumsallaştırmayı amaçlamıştır.

Tarihin verili koşullarında, kapitalizmle bağımlılık ilişkisinde, bir ulus yatma projesi, yaşanan soykırım ve katliamların politik zeminidir. Sünni İslam-Türk ırkçılığı, bu sürecin ideolojik özüdür. Yapılanma, emperyalist-kapitalist sürecin, yarı sömürge niteliğine göre planlanmıştır. Söz konusu plan, basitten karmaşığa, yakın tehlikeden “uzak” tehlikeye, örgütlü olarak duran toplumsal dinamikten, tarihsel olarak “kullanılmaya” müsait olan güce, vb. gibi objektif ve sübjektif olgular hesaplanarak uygulanmıştır. İlk Ermenilerin seçilmesi tesadüf değildir tabii ki. Türk-Sünni İslam politik-ideolojisine göre şekillenmeye çalışan ve sermayeyi de bu kesimin egemenlik çizgisinde merkezileştirmek isteyen hâkim sınıflar; ulusal bilincin ilk uyandığı halklardan olması, örgütlü duruşları, üretim birimlerine ve ticarete hâkim olmaları gerçekliğiyle devletleşme sürecine ilk Ermenileri tasfiye etmekle başlamışlardır. Emperyalist-kapitalist yayılmacı sürecin referanslarıyla, gayrimüslimler (Asuri, Süryani, Ermeni, Yahudi, Rum), Alevi halkları, Kürt ulusu başta olmak üzere, azınlık halklar, katliam ve cebir şiddetle, Sünnileştirme ve Türkleştirme operasyonlarına tabi tutuluyordu.

Ana kesitleriyle, Ermeni Soykırımı’ndan Dersim katliamına kadar, tarihsel kronolojisini ifade ettiğimiz bu süreç; “tek devlet”, “tek bayrak”, “tek vatan”, “tek ulus (Türklük)”, “tek inanç (Sünni-İslam)” zihniyetinin, Türk devleti nazarında inşa edilmesi sürecidir. Türk ırkçılığının “TC” bayrağıyla yaratılması; farklı millet ve inanç guruplarından olan ezilen kadim halkların, tüm kültürel-maddi birikimleriyle talan edilmesi üzerine bina edilmiştir.

Bu sürecin mimarı olan Kemalist diktatörlük, Osmanlı devlet geleneğinden devraldığı, fiziksel ve kültürel jenosidi, sistemli ve kapsamlı bir stratejik çizgi olarak uygulamıştır. Türk komprador burjuvazisi ve büyük toprak sahipleri sınıfının çıkarları, stratejik planlarla böyle icra ediliyordu. Stratejik bir plan dâhilinde, Türk olmayanlar, jenosit ile imha edilirken, katliam ve soykırımlardan kurtulanlar da, Türkleştiriliyordu. Ve bu süreçle el konulan maddi mal varlıkları, komprador burjuvazinin denetimine verilerek, palazlanmasının, sosyal, ekonomik zemini yaratılıyordu.

Dersim “İsyan” mı Değil mi Tartışması Üzerine Birkaç Söz

Her şeyden önce bu tartışma üzerinden, faşist gericiliğin katliamına “meşruluk” kazandırmak, bir kavrayışsızlık sorunu değilse, küçük burjuva uzlaşmacı sınıf çizgisidir… Niyet ne olursa olsun, bu anlayış, katliam ve bu katliamları yaratanların varlıklarını güçlendiren bir anlayıştır. Öncelikle belirtmek gerekir ki; zulmün ve baskının en barbar araçlarla yaşam bulduğu her yerde, isyan etmek, insanın kendi kurtuluş davasını isyana dökmek en meşru haktır. Bu hakkını kullanan insanın uğradığı katliamı, “isyan etti” gerekçesi üzerinden açıklamak, katliam sahiplerinin yaklaşımlarına meşruluk kazandırmak, ezilen halkların ve insanlığın bakış açısı değildir. Gericiliğe karşı isyan etmek meşru bir haktır. Her gerici otorite gibi, faşist devletin, Dersim’de gerçekleştirdiği katliamı, bu hakkın kullanılması gerekçesi üzerinden açıklamak; ilerici insanlığı “isyan” hakkından mahrum bırakmaktır, ezilen halkları, gerici zorba egemenlikler karşısında silahsızlandırmaktır… Bu anlamıyla Dersim Katliamı tartışmalarında, “isyan” nitelemesini kullanmaktan kaçınan anlayış, bir yanıyla isyan etme hakkının meşruluğunu yadsırken, diğer yandan meseleyi sistem içinde kabul edilebilinir düzleme indirgemektedir. ‘Aman isyan dersek katliamı meşrulaştırırız’ korkusu, boş ve meseleyi sistemin istediği zeminde tartıştıran bir anlayıştır

Dersim gerçekliği; Osmanlı’dan ve onun kanlı tarihi üzerinden şekillenen Türk devletinin merkezi otoritesiyle uzlaşmamış, kendi değerleriyle bağımsız yaşam çizgisinde bu gerici otoriteye tabii olmamıştır. Bu anlamıyla merkezi devlet otoritesine tavır almıştır. Kabul etmeme, itaat etmeme, barbar devlet geleneğini reddetme, bir tavırdır, haksızlığa karşı bir isyan duruşudur. Bu duruş meşrudur, Dersim gerçekliğinin tüm insani değerleri nazarında en doğal hakkıdır. Barbarlığın bu duruşu, katliamla bastırma seferlerine karşı direnmek, bir başka meşruluktur ve bu öğe Dersim gerçekliğinin gerici devlet mekanizmalarına tavır alışıyla iç içe geçmiştir. Bu anlamıyla “İsyan mı?”, “Direniş mi?” ikilemi üzerinden tartışmayı ele almak ve “isyan” nitelemesinde faşist Türk devletinin katliamına “meşru” zemin sunup, “direniş” nitelemesinde katliamı lanetlemek doğru bir ele alış tarzı değildir. İnsanlığın hangi hakkının ne zaman kullanacağının kararını gerici barbarlıklar veremez. Bu tamamıyla gerici barbarlıkların uygulamalarına karşı, ilerici insanlığın duruma uygun duruşu meselesidir. İsyan etmek meşru bir haktır, direnmek meşru bir haktır. Ki bu iki olgu, birbirinin karşıtı değil, birbirini bütünleyen, tamamlayan olgulardır.

Bu tarihsel doğruyu ve ezilen halkların meşru hakkını önemle vurgulayarak, Dersim özgülünü ifade edecek olursak; faşist devletin Dersim Katliamı, somut olarak var olan bir “isyanı” bastırmaya yönelik bir hareket değildir, faşist devletin bir istila hareketidir. Yazımızda gelişen süreçleriyle birlikte ele aldığımız gibi, Türk ulus yapısına göre “uluslaşma” sürecine girmeye çalışan Kemalist diktatörlüğün tüm toplumu “Türkleştirme” siyasetinin vahşi yöntemidir söz konusu olan. Bir an ve gelişen olaylara müdahale değil, askeri, hukuksal, sosyal ve siyasal olarak uzun bir tarihsel kesitte yapılan kapsamlı hazırlıkların sonucudur.

Hangi olayın, askeri istilanın nedeni olduğu izafidir. Demenan ve Haydaranlı aşiretlerce, Dersim-Erzincan yolu üzerindeki tahta Pah köprüsünün yıkılması ve günlük mesaisi bölge sakinlerini taciz etmek olan karakollara karşı Dersimlinin tavır alması, askeri hareketin nedeni değil; yapılmış hazırlıkların uygulamaya geçirilmesi için bahane olabilir. Dersim Katliamından birkaç yıl önceden başlamak üzere, yapılan yollar, karakollar, hükümet konakları gibi kurumlar bu hazırlığın bir parçasıdır. Bu hazırlığı gören ve yaşayan Dersimlilerin, insan olma onurunu savunmak için, direnişe hazırlanmaları, en doğal haklarıdır. Evi, yurdu istilaya uğramış, manevi ve maddi değerleri yakıp yıkılan Dersim, en meşru zeminde direnmiştir. Direnişin yanı başında ihanet de boy vermiştir. Ama sürece adını veren direniştir, boyun eğmemedir. Tarihsel hafızadan bir hatırlatma yararlı olacaktır:

“Dersim’de kutsal yeminden sonra aşiretler direnme kararı alıyorlar. Ne var ki yeminden sonra buna sadık kalmayan Yusufan aşireti, olayı devlete bildiriyor. Gece yarısı önüne düştüğü askeri, çekemediği Demenan aşiretinin üstüne salıyor. Birlikler gece boyunca bölgeye en hâkim tepeler olan Demenan bölgesine kadar ulaştırılıyor ve asker silah yığınağı yapılıyor. Gün en yüksek tepelerde konumlanmış askerlerle Demenanlar arasındaki çatışmanın silah sesleriyle ağarıyor. Direnen Dersimlinin çığlığı, Demenanlı genç direnişçi İbiş’in mevzisinde çarpışarak söylediği koçaklamanın dizelerindedir: Aşiretler bize ihanet etti./Kimse yardımımıza gelmiyor./ama unutmayın./bizi ezerlerse sizleri de Ermeniler gibi kesecekler./Gelin bu ihanetten vazgeçin. (aktaran M.Kalman, Dersim Direnişleri)

Bu gibi örnekler çoğaltılabilinir. Meselenin özü, Dersim’de, iç ihanetle birleşerek katliama ve yakıp yıkmaya gelen faşist rejimin ordusuna karşı, sınırları zorlayan bir direniş vardır. “Dersim deki isyan ve şakilik çevre iller başta olmak üzere, her yanıyla saldırıya dönüşmüş bir tehlikeydi, onun için bastırdık” söylemi, tıpkı işin içinde Fransız ve İngiliz parmağı var yalanı gibi faşist Türk devletinin uydurmasıdır. Devrimci ve komünist hareket bu süreci bir direniş mirası olarak sahiplenecekse, ideolojik olarak hâkim sınıfların tüm kirli yaklaşım ve değerlendirmelerinden arındırarak, çıplak olan devrimci gerçeklerle sahiplenmek zorundadır.

Özcesi, “Dersim İsyanı” ifadesine karşı çıkmak; halkların, ezilen ulus ve zümrelerin baskı ve zulme karşı başkaldırısını meşru görmeyen ve hatta bastırılması gereken bir suç olarak gören sivil toplumcu burjuva anlayıştır. İsyan haktır ve bu hakkı kullanmak katliam ve kıyımdan geçirilmenin gerekçesi olamaz. Dahası, herhangi bir katliam ve kıyımı teşhir etme, halkların meşru mücadele ve direnişlerinden ödünler vermeyi gerektirmez, o direniş-isyan hakkını sulandırıp reformist tornadan geçirmeyi hiç gerektirmez.

Komünizmin Devrimci Yönteminin En İleri Mevzisi; Kaypakkaya

Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasında, Kaypakkaya önderliğinde, MLM yöntemle kaldırılan komünizm bayrağı, coğrafyamızda hüküm süren gerici devlet egemenliğine, cepheden bir devrimci cevap değildir sadece. Aynı zamanda, özellikle “TC”nin kuruluş sürecinden bu yana süregelen, reformist-revizyonist tezlere de köklü bir neşterdir. Devrimci-komünist yöntemlerle, komünizmin ideolojik, politik çizgisinin berraklığında toplumsal gerçeklere ulaşan Kaypakkaya, politik devrim çizgisine de ulaştığı bu sentezler ışığında işaret ediyordu. Dünyada, Türkiye-Kuzey Kürdistan’da, Kaypakkaya özgülünde ulaşılan bu bilimsel gerçeklik; materyalist tarih bilincinin niteliksel olarak doğruluşudur. Maoist hareketimizin yaratıcısı Kaypakkaya; geleneksel epistemolojiden, burjuva medeniyetçi-uygarlıkçı, Avrupa merkezli “aydınlanmacı” çizgiden, üretici güçler temelinde savunuya dönüştürülen kalkınmacı ezber reçetelerden, köklü bir kopuş ve aynı zamanda, felsefi, ideolojik, siyasal olarak, devrimci bir metotla stratejik bir meydan okuyuştur.

Bundan dolayı, Kaypakkaya’nın suyunu vererek çelikleştirdiği geleneğimiz, Ermeni, Süryani, Rum, Kürt, Alevi, Pontus soykırımları ve katliamlarına karşı, politik devrim çizgimizin berrak duruşu gibi, açık ve net durmuştur. Osmanlı, Jön Türk, İttihat ve Terakki ve bu sürecin “Cumhuriyet” dönemiyle merkezileşen Kemalist diktatörlüğüne karşı cepheden net duruş, bu bilimsel Maoist çığırımızın bayrağıdır. Kemalist diktatörlüğün mirasına “devrim” diye sarılan orta yolcu “solcular” ve küçük burjuva “aydınlanmacılar”, Kaypakkaya’nın bu gerici-faşist devlet geleneğinin tüm mirasını kökten reddetmesinin ideolojik duruşunda, yaşanan tarihsel gerçekle birlikte mahkûm olmuşlardır. Devrimcilerin ve komünistlerin, tarihin derinliklerinde birleşeceği miras, ezilen halkların, mazlum ulusların son derece haklı ve meşru isyanları ve kahraman direnişleridir. Maoistlerin bayraklaştıracağı miras budur. Kaypakkaya bu bayrağın en görkemli adıdır. Pir Sultanlar, Şeyh Bedreddinler, Şeyh Saidler, Seyit Rızalar özgülünde, sahip çıkılan; zulme karşı meşru isyan hakkıdır.

Kemalist diktatörlüğün, Kuzey Kürdistan ve konumuz özgülünde ele aldığımız Dersim’de gerçekleştirdiği soykırım ve katliamlara karşı, devrimcilik ve ilericilik adına alınan tutumlar kusurludur, problemlidir. Dersim direnişine önderlik eden Seyit Rıza’nın sınıfsal-toplumsal karakteri (feodal nitelemesi), Fransız ve İngiliz sömürgeciliği ile olan “ilişkisi”, üretim ilişkileri ve üretici güçlerin gelişimi karşısında feodal zihniyetle ayak diremesi gibi safsatalarla, ne bu direniş doğru ele alınabilmiştir ne de Kemalist diktatörlüğün katliam ve soykırımının özü kavranabilmiştir… “Barbar kabilelerin, uygarlık tarafından terbiye edilmesi” olarak alkışlanan bu katliamlara, Komintern’in de ortak olması, Kaypakkaya’nın, duruşuyla açtığı çığırın, ne kadar nitel olduğunu daha açık ortaya koymaktadır.

Uluslaşma bilinci bugünkü düzeyde olmasa da, Osmanlı’dan Kemalist diktatörlüğe uzanan süreçte, istilacı-talancı ve yağmalayıcı gerici egemenliklere karşı meşru bir duruş vardır. Kendi ulusal kimliğini, bölgesel kimliğini ya da inançsal kimliğini koruma ve yaşama hakkı; tüm gerici egemenliklerin istila ve kendisine bağımlı hale getirme siyasetleri karşısında, en demokratik haktır. Bu hakkı, devrimci-komünist ideolojik bilinçle savunmaması, onun demokratik hakkını gölgelemez. Komünistler, ulusların kendi kaderlerini tayın etme hakkını, tam hak eşitliğini, her inancın, azınlığın özgür yaşam hakkını, ilke olarak savunurlar. Mazlum uluslara, farklı inanç guruplarına, cinslere, ezilen sınıflara uygulanan her türlü baskı, zulüm ve sömürü, komünistlerin gerici egemenliklere karşı savaş gerekçesidir. Tüm bu zulüm ve baskıya karşı, mazlum ulusların, inanç gruplarının direnişini, komünistler kayıtsız, şartsız desteklerler.

Yine, Seyit Rıza’nın kaleminden Fransız emperyalistlerine yazdığı düşünülen, “yardım” mektubu, “dış güç kışkırtması” üzerine “TC”nin manipülasyonuna hizmet etmekten başka bir rol oynamamaktadır. Bu mektubun Seyit Rıza’nın yazıp yazmadığı, tarihin kapalı kapılarının arkasındaki bir meseledir. Nuri Dersimi’nin bu mektubu yazdığı, Seyit Rıza’nın değil Fransızca, Türkçeye dahi hâkim olmadığı savı, bu konuyu daha da belirsiz kılmaktadır. Ama Seyit Rıza o mektubu yazsa dahi, Dersim katliamı ve direnişi konusunda komünistlerin tavrı değişmez. Dersim direnişinin meşruluğu ve demokratik muhtevası; yayılmacı, işgalci gerici güçlere karşı yaşamlarını, değerlerini ve yaşam alanlarını savunma hakkıdır. Bu hakkın meşru niteliği hiçbir gerekçeyle karartılamaz.

Faşizm Kandan Beslenir, “Özür” Manipülasyondur

Her şeyden önce, güncel politik gelişmelere göre, devlet cenahında hâkim olan AKP kliğinin dillendirdiği “özür”; ne yaşanan sürecin karşılığıdır ne de devletin yaşanmış kanlı tarihle bir yüzleşmesi, bir hesaplaşmasıdır. “Özür” ve “yüzleşme” adı altında, hâkim sınıflar arasındaki klik dalaşında, kanlı tarihi bir kliğe mal ederek, devleti aklama çabası olayın bir yanı iken, esasta katliama uğramış bir halkı, yaşanmış tarihsel gerçeklikleri yok sayarak sistemle uzlaştırmaktır. Klasik Kemalizm’i tasfiye ederek, Kemalizm’in ideolojik ve politik zeminini, kendi hâkimiyeti için tarihsel bir referans olarak alan AKP/Erdoğan gerici kliği, klasik bir klik çatışması üzerinden hâkim hale gelmedi. Emperyalist hegemonyanın “yeni” süreci ve Türkiye-Kuzey Kürdistan’da gelişen komprador tekelci kapitalizm, klasik Kemalist anlayışla egemenlik sürecini sürdüremezdi. İçte ve uluslararası alanda yaşanan ekonomik, politik ve ideolojik değişim, kendisine uygun gerici sınıf klikleri üzerinden egemenliğini tesis etmektedir. Türk gerici hâkim sınıflarında yaşanan “iktidar değişimi de”, bu sürecin sonucudur. Hâkim sınıflar cephesinde yaşanan bu klik değişimi, egemenlik kurma yöntemlerinde bir değişiklik anlamına kesinlikle gelmemektedir. Türk ırkçılığı-Sünni İslam paradigması doğrultusunda, AKP/Erdoğan nazarında kaldırılan Selefi bayrağıyla, ezilen halklar ve mazlum uluslara karşı egemenliğini, ecdatlarının ruhuna Fatiha okurcasına, şiddet ve katliamlarla icra etmektedir. Özel savaş konseptiyle uygulanan faşizm, aynı içerikle tarihte yaşanan katliamları, daha stratejik bir plan dâhilinde uygulamaktadır. Uluslararası emperyalist yayılmacılık ve işbirlikçisi bölgesel gericiliklerin egemenlik çizgisi; kitlesel katliamlarla sağlanan egemenlik çizgisidir. Arap Yarımadası’ndan Ortadoğu’ya, Türkiye-Kuzey Kürdistan’dan Pakistan’a uzanan coğrafyalarda; bombalamalarla, kontra yöntemlerle, askeri operasyonlarla gerçekleştirilen kitlesel katliamlar ve sivil kıyımı, bir rastlantı değildir. Emperyalizm ve bölgesel gericilikler, egemenliğini böyle oluşturmaya çalışıyor.

Türk gerici hâkim sınıflarının, böylesine topyekûn bir savaş konseptinin, Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasındaki figüranları olarak mevzilenen, faşist AKP/Erdoğan kliğinin, Ermeni Soykırımı ve Dersim Katliamı nazarında, faşist devlet geleneğinin tarihindeki katliamlarla yüzleşme söylemleri, yapılan yeni katliamların kahredici gerçekliğinde tuzla buz olmaktadır zaten. Roboski, Reyhanlı, Amed, Suruç, Ankara, Cizre, Silvan, Sur’da yaşanan devlet terörü ve yaşanan katliamlar, hem uygulanan faşist yöntemler anlamında hem de stratejik ele alış açısından, ecdatları Yavuz Selimleri, Ebussuud Efendileri aratır niteliktedir. Bu egemenlik çizgisi kandan beslenmektedir. Bu gerici egemenlik; ezilen halklara ve mazlum uluslara biat etme ve katletme dışında bir tercih sunmamaktadır. Yalan, hile ve entrikalarla, Türkiye-Kuzey Kürdistan’da süren topyekûn savaş konsepti; katliamcı, soykırımcı faşist bir devlet geleneğinin devamıdır. Bütün bu toplumsal gerçeklere karşın, “çağdaş” Osmanlı olarak, emperyalist ve yerli sermayenin bekçisi pozisyonuyla nutuk atan faşist Türk devletinin mevcut merkezileşen temsilinin, “Dersimlilerden gerekirse özür dileriz” açıklaması, kendi egemenlik siyaseti için kullandığı manüpilasyondur.

Toplumda yaratmak istediği karşılık; Birinci olarak; Kemalist diktatörlük, Osmanlı geleneğinden devraldığı zulümkarlığı, emperyalizmle bağımlılık ilişkisi içinde kendi egemenliğinde iktidarlaştırırken, süreç; kan ve katliamlarla dolu yıllar olarak tarihe geçmiştir. Bu sürecin sorumluları olarak şu ya da bu kişiyi öne çıkarmak, şu ya da bu burjuva partisini sorumlu tutmak, meseleyi kişiler üzerinden tartışmak, köklü devlet zihniyetini aklamak olur. AKP/Erdoğan üzerinden faşizm bunu yapmaktadır. Dersim Katliamı’nı CHP ve İsmet İnönü ikilemi içine hapsederek, asıl hesap sorulması gereken olarak, devletin katliamcı geleneğini örtmektedir. Bu zeminde CHP ile oy hesaplaşmasını yaparken, kendisini bu kanlı tarihten arınmış “yeni” bir sürecin temsili olarak sunmaktadır. Kuşkusuz tarihsel olarak CHP ve CHP’nin ilgili tarihlerdeki kurmayları, bu katliamların planlayıcıları ve uygulayıcılarıdır. Yeri gelmişken ifade edelim ki; CHP bugün de inkârcı, imhacı devlet siyasetinin ekseninde siyaset yapan gerici faşist bir partidir. Ama sorun CHP değil, CHP’ye rengini veren devletin barbar geleneği ve siyasetidir. Bunun adı devlettir, Kemalist diktatörlüktür. Bu diktatörlüğün kuramcısı Atatürk’tür. Ve bu kuramın eli kanlı katilleri İnönü’dür, Bayar’dır, Fevzi Çakmak’tır, Şükrü Kaya’dır, Alpdoğan’dır vs. Asıl hesaplaşma buradan yapılmalıdır ve buradan yapılacak bir hesaplaşma; Erdoğan, Davutoğlu gibi devletin kanlı sopaları iradesiyle olamaz. Çünkü onlar da devletin bu kanlı geleneğinin farklı egemen klik eksenindeki bir devamıdır, “yeni” sürece uyarlanmış katliamcısıdır.

Sorunu, devletin kanlı tarihiyle hesaplaşmak değildir, “ileri” söylemlerle kendini bu kanlı tarihin vebalinden kurtararak halka sunma gayretidir. İkinci olarak da; tarih boyunca devletin kanlı sopasıyla hesaplaşmış, direnmiş Dersim coğrafyasını, uzlaşma zeminine çekmek, yıllardır insanlığın özgürlük kavgasına omuz veren Dersim’deki dinamiği sisteme entegre etmektir. Dün nasıl ki devlet öncelleri “Rayber” damarına sarılarak iç ihaneti örgütlemiş ve Alişer, Zarife, Şahan’ı katletmişse, bugünde “Rayber” damarı canlandırılarak bu süreç tamamlanmaya çalışılmaktadır. Politik olarak işletilen bu sürecin, kimi “aydın”, ”yazar” tebaasında, “kardeşleşme” olarak işletilmesi, yaratılmaya çalışılan “asimilasyonun” bir ayağıdır. Acılarımız kardeş olsa da, tarihsel hafızamızdır ki; Şahan ile Hıdır aynı saflarda değillerdi. Seyit Rıza ile Rayber bir safta değildi. Biri direnişin görkemli bayrağı iken, diğeri ihanetin pis çukurunda, insanlığın lanetlediği gericiliktir. Asimilasyon ve gericiliğe entegre etmenin bu gibi politik ve kültürel yönelimleri, ezilen halklarımızın hakikatleri karşısında hükümsüz kalacaktır.

Hesaplaşma, İlerici İnsanlığın Tarihsel Hükmüdür

“İleri demokrasi” söylemiyle, kanlı tarihle hesaplaşma, hâkim sınıfların tarih ve bugün özgülündeki gerici duruşlarına tezattır. Hangi riyakârlıkla yüzleşecekler? Ermeni Soykırımı’ndan Dersim’e oradan günümüze uzanan kanlı bir tarih; Maraş, Sivas, Çorum, Gazi, Ümraniye… Roboski, Suruç, Amed, Ankara… Zindanlarda, sokaklarda, amfilerde, dağ başlarında her karış toprağa ilerici insanlık idealinde aydınlanmış insanların kanlarını dökenler, yaptıklarıyla kendileri hesaplaşamazlar. “Dün” denip, muaf durulmaya çalışılan kanlı tarih, faşist diktatörlüğün eseridir. Ve katliamcı özleri dünün sorunu değil, bugün de gerici iktidarlarını korumanın temel biçimidir.

Dersim ve Kuzey Kürdistan başta olmak üzere, en ufak toplumsal muhalefet, kitle tabanıyla imha edilmektedir. 1990 yıllarıyla beraber yakılıp yıkılan Kuzey Kürdistan coğrafyası, hala aynı uygulamalarla baş başadır. Kimyasal silahlarla kavrulan gerilla cesetleri, sivil köylülerin bedenleri, aynı katliam geleneğin bugünkü resimleridir. Bu resim faşist egemenliklerin şu ya da bu kliğinin yüzleşeceği resim değil, ezilen sınıf ve emekçi halkların, boğazlanan mazlum ulusların hesap sormaları gereken resimdir.

Yani barbarlığın zulmü altındaki diğer sosyal yaşam alanları gibi, Dersim’de de katliam miladı 1937-1938 değildir. Katliam devam etmektedir. Bunun nedeni insanlık tarihinde gizlidir. İnsanlık tarihi hep iki anlayışın temel çatışmasıyla ilerlemiştir. Bir taraf; insanın bir irade, özgün bir güç olarak kendi insani haklarını kullanarak, insanlaşma değerlerine emek verme bilinci iken, diğer taraf; insanı kendine yetmez aciz bir varlık halinde yönetilmeye muhtaç hale getirip, kendi çıkarlarına göre şekillendirme anlayışıdır. Yani ezenle ezilenin, sömürenle sömürülenin çatışması var olduğu sürece, insanlık, gericiliğin yönelimlerinden bu katliamları yaşayacaktır. Tıpkı tarihsel süreciyle Dersim’de olduğu gibi.

Dersim coğrafyası tarihsel direngen duruşunun yanında, özellikle Maoist hareketin,  gerilla savaşı alanı olarak örgütlenmesinden sonra, daha farklı boyutlarıyla gerici egemenliğin boy hedefi haline gelmiştir. Çünkü teslim olmayan, boyun eğmeyen, bunca iç ihanetlere rağmen gerici iktidarların esiri olmayan Dersim gerçekliği; insanlığın geleceğini özgürleştiren bir bilinçle, Kaypakkaya’nın kurucusu olduğu komünist partisinin şahsında ileri bir bilinçle buluşuyordu. Bu bilinç, kirli iktidarlara, halkın ve ezilenlerin düşmanına stratejik bir karşı koyuşla, gericiliğe biat etmemenin silahlarını savaş mevzisinde konumlandırılmasının bilincidir.

Faşist resmi ideolojinin, kan ve irin kokan çeperinde konumlanan farklı kliklerin, sözüm ona devletin kirli geçmişiyle “hesaplaşma” mahiyetiyle “demokrasicilik” komedisi sergilemeleri, “Dersim Katliamı” üzerinden nüfuz toplama gayretleri, bazı “ilerici-aydınlarımızın” başını döndürmüş olabilir. Ama en yalın ifade ile hatırlatalım ki; garp cephesinde değişen bir şey yok. Ezilen yığınların komünist ve devrimci irade ile birleşerek örgütleyeceği devrimci savaş gücü dışında, emperyalist kapitalist gericiliğe hesap soracak başka bir güç yoktur. Bu stratejik bakış açısından kopan her anlayış, öncelikle kendi altındaki halının rengine bakmalıdır. Hâkim gericilik kendisi açısından tehlikeyi daha ileri düzeyde fark etmiştir. Tarihsel olarak gerici sistemlerle var olan derin çelişki ve çatışma, insanlığın özgürleşme bilinciyle buluştuğunda, stratejik bir mevziiye dönüşecek ve hâkim gericiliğin iktidarına yönelecektir. Komünist partisinin devrimci gerilla savaşıyla, savaş yürütülen her alanda inşa edilen bu bilinçtir. Ve Dersim de bu alanların başında gelmektedir. Faşist gericilik bu nedenle Dersim’de katliam geleneğine, bir; tarihsel kininden kaynaklı, iki; daha ileri düzeyde bir karşı koyuş ve direnme gücünden kaynaklı daha kapsamlı devam etmektedir.

Dersim; ilerleyen her zaman diliminde yakıp yıkılan, yerleşim alanları zorla boşaltılan, sürgün edilen, potansiyel olarak “tehlike” görülen, tanrı katında “katli vacip” olan bir coğrafya gerçeğidir. Sürgün ve katliamlarla yok edilemeyen bir halk gerçeği, barajlarla, HES inşasıyla, yerleşim alanları daraltılarak yok edilmeye çalışılıyor bugün. Yönelim bu kadar kapsamlı. Askeri, siyasal, coğrafi, kültürel ve ideolojik hegemonya olarak örgütlenen bir yönelimdir söz konusu olan. Ve tarihsel olarak Dersim katliamının hesabını sormak, bugünü özgürleştirmek, insanlığın özgürleşme mücadelesinin sadece bir parçasıdır. İsimsiz insanlarımızın kanlı kemiklerinin gömülü olduğu her karış toprağın üzerinde bu bilinçle donanmış bayrağı dalgalandırmak aslolandır. Çözüm; gerici hâkim sınıfların şu ya da bu kliğinden medet ummakta değildir. Başta Genel Kurmay olmak üzere “yargılama” ve operasyon tutanaklarının açılması, Seyit Rıza başta olmak üzere idam edilen ve toplu olarak gömülenlerin mezar yerlerinin açıklanması, sürgün edilen ve kayıp edilenlerin açıklanması, tüm mağduriyetlerin karşılanması, Dersim’de katliam yapan ileri düzeydeki kişilerin isimlerinin yer ve kurumlardan çıkarılması (Sabiha Gökçan Havaalanı gibi) gibi istemler en insani istemlerdir. Bu istemlerin karşılanması üzerinden, Dersim katliamının vebalinden hâkim sınıfları kurtarmak, ezilen sınıf ve katmanların dünya görüşünün siyaseti değildir. Bu insanlık suçudur. Ve gerici barbarlık olan Türk hâkim sınıfları, Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasında işlediği bu suçların mahkûmudur. Hükmü; ezilen halkların tarihsel hesap sorma bilincidir. İnsanlığı bu bilinç özgürleştirecektir.

Bu makale daha önce Sınıf Teorisi Dergisi’nin 20’inci sayısında yayınlanmıştır.