“Görülememiştir” den Görünenler

kitapErdal Emre (16-08-2016) “Görülememiştir”, Kadim arkadaşım/yoldaşım  Ali Türker Ertuncay’ ın imzasını taşıyan bir Anı/Kitabın başlığı. “Beni görmeden geçmeyin”  diyen bir kitap…

Ali Türker, yeryüzündeki tüm haksızlıklara bulunduğu coğrafyadan itiraz eden devrimci bir gençlik kuşağına mensup. “78 Kuşağı”  dendiği de olur bu ‘asi’ nesil için.  Güzel bir toplum ve dünya düşüyle mücadele ettiler. Kendileriden önceki devrimci kuşakların ayak izlerine basarak yürümeye çalıştılar. Donkişot dürüstlüğü ve yüce gönüllülüğüyle, hesapsız ve yalın kılıç kavga ettiler. Onlar adına yıllar yılı hep başkaları konuştu. Hasımları, muhalifleri hatta failleri. Ya da en son konuşması gerekenler… Ama artık ken de dileri söz almaya başladılar. İyi de ettiler.

Kitabın ilk sayfalarından itibaren ben de yakın geçmişin zaman tüneline girdim. Günlükleri okurken zaman zaman duygulandım, hayıflandım, gururlandım, kızdım, “bu kadar da olamaz” dedim, takdir ettim…

Başkalarını bilemem, ama ben Maarif’li “küçük burjuva” yoldaşlarımızla gizliden  bir gurur duyardım. O yıllarda, sosyal hiyerarşinin en diplerinden gelen benim gibi gençler için devletin zulmüne, yeryüzü ve gökyüzü tanrılarına isyan etmek boyunumuzun borcu gibi bir ödevdi. Ama aynı şey Maarif’li gençlik için söylenemezdi. Dipten gelenlerin “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yok”ken, onların kaybedecekleri bazı “ayrıcalık”ları vardı. Hele hele de ideolojik/politik tercihlerini KAYPAKKAYA’nın fikirlerinden yana kullanmanın maliyeti pahalıya patlayabilirdi  kendilerine.

Ali Türker’in ön saflarda yer aldığı “küçük burjuva” yoldaşların varlığından, bizimle omuz omuza olmalarından mutluluk duyardım.

Yazı konusu Ali Türker olunca “küçük burjuvazi”ye dair zaman zaman yaptığım eleştirel bir “şamata”yı aktarmadan geçmek istemedim..

Eleştiri/Özeleştiri gündem ve raporlarımızın yegâne kurbanı “küçük burjuvazi”ydi… Tüm zaaf ve kötülükler neredeyse onun başının altından çıkıyordu. En “pür” proleter ve koyu ahlâkçı yoldaşlarımızın “ufak-tefek hatalarından” bile o sorumluydu. Bu yanıyla “küçük burjuvazi”nin durumu, eski Yahudi kabilelerin yılda bir yaptıkları dini ritüellerde “İsrail oğullarının” tüm günahlarını yükleyerek çöle bıraktıkları keçinin dramına benziyordu. Bu duruma gizliden gizliye üzülüyor ve “Eğer hukukçu olsaydım zavallı küçük burjuvazinin de haklarını savunurdum” diyordum.

Günlüklerin peşine takılıp tarihin labirentlerinde dolanırken zihnimde oluşan bazı duygu ve düşüncelerimi okurlarla da paylaşmak istedim:

Kitap, çocukluk yıllarına ait kısa bir biyografiyle başlıyor. 1970’li yılların ortalarında İstanbul’da start alıyor A.Türker’in militan sol siyasi serüveni. Döneminin coşkulu demokratik uyanış dalgası, on binlerce genç gibi onu da sol/sosyalist değerlerle, örgütsel faaliyetlerle, giderek devlet himayeli paramiliter MHP çetelerinin ve devletin doğrudan, sistemli/uzun süreli şiddetiyle tanıştırıyor.

“Görülememiştir” akıcı ve ironik üslubu sayesinde ‘bir solukta’ okunuyorsa da, aslında zor soluk alınan zamanların, sevda ve ihanetin, mutlak biat ve dik duruşun, kazanım ve yenilgilerin, işkence ve idam sehpaları huzurunda verilen sınavların sancılı ve girift bir yakın tarih portresini de sunuyor okura.

İstanbul’da başlayıp bitiyor yaşanmışlıklar, tanıklıklar. İstanbul’dan “doğu”ya bakıldığında sosyo-politik, etnik, kültürel ve sosyo-psikolojik travmaların, kanayan yaraların tümü görülemezdi belki. Ama “modern Türkiye’nin”, dolayısıyla da “modern” sınıf çelişkilerinin ve aydınlanma hareketinin kalbiydi İstanbul.

Bir kaç imparatorluğa başkentlik yapmış, “kimi yerlilerine” mezar olmuş, mahpushaneleri ve karizmatik mahkumlarıyla “ünlü”, bitmeyen suikastleri ve toplumsal direnişleriyle kendi başına kozmopolit bir ‘ülke’ydi…

 “Görülememiştir” de görülen ilk olgu, sol karşıtı/anti komünist öfkesi hiç dinmeyen ceberrut bir devlet geleneği ve “aklı”dır. Kökleri hayli derinlerde olan “Ya baş eğecekler ya baş verecekler” zihniyetinin cezaevi’ne yansımasıdır anlatılanlar.

Günlükler, cezaevleri arasındaki nakillerin, mahkemelere gidiş-gelişlerin, cezaevlerinden siyasi şubeye zorla insan götürme uygulamalarının, toplu dayak ve direniş seanslarına dönüştüğü bir sürece tanıklık ediyor.

İçeride tutuklu ve hükümlülere uygulanan çok yönlü işkence ve yıldırma tekniklerinin dışarıda da -farklı tarzda-ziyaretçilere uygulandığını görüyoruz. Tutsakların en sıradan haklarını dahi kullanabilmeleri, ahlâki, insani ve hukuki hiç bir norm tanımayan cezaevi yönetimlerine karşı yürüttükleri çetin mücadelelerle mümkün olabilmiştir.

Türker, bir başka bağlada “Türkiye’de arşivlerin sağlıksız” olmasından söz etmiş. Kuşkusuz  mimari, kültürel/sanatsal vb.alanlar için doğru bir tespit. Ama Devlet’imize haksızlık a yapmayalım ! Söz gelimi  devletimizin “iç düşmanlar” hakkında çok ‘sağlıklı’ “arşivler ” tuttuğu inkâr edilemez bir gerçektir. Yavuz’un tutturduğu ünlü “Kızılbaş defterleri”nden bu güne… Ermeniler, Rumlar, Kızılbaşlar, Solcular, Kürtler, Zerdüştler vb’ den oluşan çok kabarık bir “iç düşmanlar” listesi  Osmanlı’dan Cumhuriyete zihinsel ve kurumsal bir devamlılık içinde devletimizce  muntazam tarzda arşivlenmiştir. Yaradanlar zeval vermesin, herkesi herkesten iyi tanırdı devletimiz ! Bu yanıyla günlükler, toplumun sol’una karşı yürütülen amansız bir savaşa, patetik nefrete, boyun eğdirme ve “irade kırma”ya tanıklık etmektedir.

 “Görülememiştir” in görmemizi sağladığı ikinci olgu, sol’un çok parçalı, yersiz bölünmeler ve içine düştüğü hatalarla, güç ve saygınlığını kaybeden, devletin işini kolaylaştıran yapısıdır. Konuya ilişkin  eleştiri, tespit ve serzenişlerin çoğu haklı. Öte yandan ‘derin devlet’ in organize ettiği, manipüle ettiği bir “sol”un varlığını da yadsıyamayız.Ne de olsa “bu ülkeye Komünizm gerekiyorsa onu da biz getiririz, size ne oluyor ulan!” diyen Teşkilat-ı Mahsusa’ dan MİT’e, Enver’den “Ebedi şef” Gazi Hazretleri’ne, “Milli Şef”ten MGK’lara uzanan etkili bir gelenek var  orta yerde.

1 Mayıs 1977 olaylarının değerlendirildiği 51. sayfada Aydınlık hareketine dair söylenenlerde belli bir politik naiflik buluyorum. 1977 1Mayıs öncesi provakatif ortamın doğru ve yeterli bir öngörüyle okunamadığı yönündeki eleştirel değerlendirme yerinde. Ancak, “Doğrusu o zamanlar Aydınlıkçıların meydana çıkmama tavrını yanlış ve ‘korkakça’ buluyordum. Üzerinden yıllar geçtikten sonra, düşünüyorum da, acaba doğru tavır o muydu?” değerlendirmesi üzerinde ‘düşünmek’ gerektiği kanaatindeyim. Aydınlık hareketi’nin o günkü tavrının halkı ve Sol’u koruma endişesinden kaynaklandığını düşünmüyorum.

Perinçek ve Aydınlık Hareketi’nin bugünüyle dünü arasında bir devamlılık olmadığını sanmak büyük bir yanılgı olur. 1915 Ermeni/Hristiyan tehcir (soykırım) hareketinin “yerinde bir karar” olduğunu savunan, ömrünü Sol’un ihbarına, “milli güçlerin birliği”  ve  “devletin bekâsı” mücadelesine adamış eden bu cemaatin hikâyesi tam bir ibret vesikasıdır.

Kâh eski Sovyetler Birliği’ni kâh Nato’yu “baş düşman” ilan eden, devletten daha devlettçi, abartılı uç politik manevralarla dikkat odağı olmaya çalışan şizofrenik, nasyonal-sosyalist bir güruhla karşı karşıyayız.

Günlüklerin haklı gözlemiyle, Sol’un kendi içinde kavgalı, yapay fragmanlara ayrılmış hali, cezaevlerindeki baskılara karşı etkili bir direniş cephesi oluşturmasını da engelliyor. Örneğin, 12 Eylül1982 tarihli günlükte faşist cuntanın 2. yıldönümünde ses getirecek ortak bir protesto eylemi yapamamış olmanın A. Türker’in yüreğine dert olduğu anlaşılıyor.

“Görülememiştir”in  gösterdiği üçüncü -belki de en önemli- gerçek ise, hüzünlenen, coşan, öfkelenen, tutkuyla okuyan, düşüp yeniden ayağa kalkan bir insanın/bir devrimcinin sahici yaşam öyküsü ve tanıklığıdır.

Tarihin tersliklerine, kulluğa ve kadim eşitsizliklere itiraz edenlerin saflarında durmak, KAYPAKKAYA’nın şahsında evrensel Komünal değerlere gönül vermek, okumak, yazmak, bazen uzaklardan gelen eylemli dayanışma haberleriyle kanatlanmak, bazen de bir çocuk ziyaretçisinin gelişinden heyecan duymak… ayakta tutuyor Türker’i. Hele de Anne,Baba ve Ablasından oluşan sadık ziyartçilerinin desteği…

Gülten’in ruh dünyasındaki her değişimle ‘değişen’, yoğun okumalarının ardından -Dostoyevski’nin karamsar gerçekçiliğine ‘isyan’ ettiği gibi- anında tepki veren, okudukça sanat ve edebiyatın toplumsal ilerlemedeki rolünü daha iyi kavrayan, Kürd özgürlük Hareketi’nin 1984-Ağustos’unda başlattığı silahlı direnişle şevki artan, cezaevinden çıkan ve çıkarılan arkadaşlarının sevinçlerini paylaşan, hep tahliyesini beklerken giydiği idam hükmüne de bir ‘açıklama’ bulup alışan, ama umudunu hiç kaybetmeyen ve nihayet günün birinde, yani 8,5 yıl sonra dışarı çıkan bir devrimcinin okunmayı hak eden öyküsü…

“Görülememiştir”, vefa duygusu yüksek olan, arkadaş canlısı bir kalemin eseri.

Devlet güdümlü faşist çetelerin katlettiği arkadaşları  C.Duru ve A.Erkılıç’a dair hissettikleri –aradadan geçen 37 yıl’a karşın- tek kelimeyle dokunaklı…

Hele 1980 Haziran’ından beri  “kayıp” olan okul arkadaşı/arkadaşımız Murat Bileydi’nin acısı kapanmayan bir yara gibidir anılarda…

*Düşündüğünü söyleme, hatalarını « itraf » etme samimiyeti kitabı okunur ve güçlü kılmış.

“Değişmek” korkutmamış  A.Türker’i. “Yalnızca ahmaklar görüş değiştirmez” diyen Fransız atasözüne hak verir gibidir onun ardına bakışı. Ama önünü görmek için… A.Türker’in, generallerce idam edilen ASALA üyesi Lübnanlı Ermeni genci Levon Ekmekçiyan’a dair “Olasıdır ki darbe basını tarafından yanlış yönlendirilmiş olabiliriz.” saptaması üzerinde durmak ve “genel” bir kaç şey söylemek isterim.

Bir Türk akademisyen yıllar önce şöyle demişti: “Türkiye’de solcu/komünist olursunuz ama sonuçta milliyetçisinizdir”. Özellikle de coğrafyamızın Sol’u için çarpıcı  bir doğrudur bu.

Gerçekten de, evrensel vicdanın bu topraklardaki en “keskin” çığlığı olan KAYPAKKAYA’nın itirazını dışta tutarsak şayet, kendini “ikinci Kuva-i milliyeci” gören, İttihat Terakki’nin arka bahçesinde ortaya çıkmış, koyu milliyetçi gölgeden çıkamayan bir Türkiye Solu gerçeğiyle karşı karşıyayız. Dünyada Ermeni/Hristiyan soykırımını işleyen 40 bin dolayında kaynak olduğu bilinir. Buna karşılık inkâra  dayalı resmi Türk tezini savunan kaynak sayısı ise üç yüz kadardır. Milattan öceki bir trajediden değil, şunun şurasında yüzyıl önceki, ‘dünya-alemin bildiği’ bir soykırım gerçeğinden ve artakalan kurbanların buna verdiği tepkiden söz ediyoruz… Solun bu meselede verdiği sınavın iyi bir sınav olmadığı biliniyor. Tarihsel planda en ileri yerde bulunan KAYPAKKAYACI çıkışın ardılları dahi,  sonraki yıllarda  -ASALA ve Ekmekçiyan’ların da içinde anlam bulduğu- kapanmayan bir “tarihi haksızlık” yarasına dair üzerine düşeni yeterince yapamadı…

Cebe girecek kadar küçülen günümüz dünyasında toplumsal olaylar da çok hızlı yaşanıyor artık. Ve aynı hızla da unutuluyor/unutturuluyor. Resmi tarih yazıcıları “galipler”, değişmez bir yasa gibi kendi tarihlerini uydurma kahramanlık destanlarıyla süslerken, kurbanların ve “mağlupların” direniş tarihlerini/kollektif hafızalarını ise sistemli bir çabayla dumura uğratmaya, unutturmaya çalışıyorlar.

İşte “Görülememiştir”in asli anlamı burada görünür hale geliyor. Yani unutturmaya, yok saymaya, belleksizleştirmeye, işlenen suçları inkâra, avcıların uydurma kahramanlık destanlarına karşı bir itiraz !

Evet, insanlık tarihinde özgürlük ve ilerleme adına kazanılan ne varsa, tümünü “hayır” diyenlere borçluydu toplumlar. Devlet denilen melanete, zulmün Sultanlarına/İmamlarına “Hayır” deme cüreti gösteren yeni nesillerin “eskiler”e kulak vermesi elzemdir. Yeni toplumsal atılımlar, bir yanıyla da devrimci kuşaklar arası ilişkinin yeni baştan inşaasına bağlıdır.

Son söz Ali Türker’in : “Akılla enerjinin buluşması ve kucaklaşması gerekiyor. Bunu başarmak zorundayız.”